“Kaç yaşında yaşlanmış oluruz?” sorusu yoruma açıktır aslında, ama ben, ihtiyarlarımızın hassas gururunu kırmak istememekle beraber, soruya cevaben 55 yaşında derdim. 55 yaş, kadınların menopoz sürecine girdiği ve erkeklerin ise yaş ilerledikçe vücudunda veya fizyolojisinde değişimlere uğradığı bir dönem olarak bilinir. İnsan gelişiminin incelenmesi kafalarda aslında garip değilse de oldukça ilginç ve çarpıcı fikirler oluşturabilir çünkü unutulmamalıdır ki insan diğer memelilerden farklıdır. Hayvan türleri, biri canlı yapısının mantığından ayrı düşünülemeyecek türleşme, biri ise hayat akışının sonucu gerçekleşen doğal seçilim olmak üzere iki sürecin ürünüdürler. Bu iki sürecin arasındaki sınırda ise daha hassas, daha ince, canlının epigenetik mirasına bağlı olabilen ve aynı tür içinde ufak farklılıkların oluşumunda rol oynayan uyum(adaptasyon) aşamasını bulabiliriz -ki bundan kısaca mikro-türleşme diye de bahsedilebilir. İnsanı yakından incelersek insanın “türleşen” bir varlık olduğunu, her bireyin kendi içinde türleşme sürecinden nasibini aldığını, en azından hayatı boyunca durmadan bir evrim sürecinde ilerlediğini ve buna bağlı olarak da kendisinde radikal değişimler gözlemlediğini söyleyebiliriz.

 

Yeni doğmuş bir atı, tavşanı veya fareyi incelersek ilginç görüntüler yakalayabiliriz: Mesela yeni doğmuş atın doğumundan birkaç saat sonra yürümeye başladığı ve onu emziren annesine doğru nasıl gideceğini kendiliğinden bulması için gereken yön mefhumuna sahip olduğu, zihinsel işlevlerinin bunun için yeterince gelişmiş olduğu gözlemlenebilmektedir. Oysa yeni doğmuş bir bebekte durum oldukça farklıdır. Zihinsel faaliyetleri çalışıyor olsa bile henüz yürüyemediğinden emzirilmesi için annesi tarafından memesine alınması lazım gelir ve konuşma yetisini ise başkalarıyla iletişim kurmadan kazanamaz. Bu durum kafamıza yeni doğmuş bebeğin yetişkin bir bireyle -hatta bir çocukla- aynı türe ait olup olmadığı yönünde şüphe düşürmesi işten bile değildir. Yaşı ilerlemiş, 55 – 60 yaş üstü bir bireye baktığımızda da onun 20 yaşında bir gençkenki -yahut 12 yaşında bir çocukkenki- yüzüne ve vücud yapısına sahip olmadığı hemen göze çarpar. Doğumundan ölümüne kadar birçok etaptan geçerek değişime uğrayabilme özelliğine sahip olması insanı diğer hayvanlardan ayrı kılar. Örneğin bir köpek ya da kedide, onların hayatlarını ve varlıklarını etkileyen cinsel olgunlukları haricinde, ilerleyen yaşları boyunca belki ufak bir boy uzaması dışında herhangi bir fizyolojik değişim görülmez.

 

Bir ömür boyunca insanın maruz kaldığı değişimler iki temel kavram üzerine kuruludur: Bunlardan birincisi, bilincimizin artışının, düşünsel yetimizin büyüyüşünün ve edindiğimiz zihinsel tecrübelerimizin zenginliğine diyalektik bir şekilde etki eden nöronal değişim potansiyelimizdir; ikincisi ise genomlarımız üzerinde meydana gelen ve dolaylı yoldan epigenetik yapımızın evrimi üzerinde rol oynayan bir değişim potansiyelidir. Hali hazırda Joël Kleinman önderliğinde bir grup bilimadamının korteks hücrelerinin RNA-haritası(transkriptom) üzerine yürüttüğü araştırma bize, bir insanın ana rahminden yaşının ilerlediği dönemlere dek prefrontal korteks içindeki sinir hücrelerinin genetik ifadeleri hakkında oldukça bilgilendirici veriler sağlamaktadır. Ana rahmindeki bir fetus, insan hayatının başka hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak kadar geniş ve yoğun bir genetik ifade yansıtır. Genetik etkinliğimiz ardından, doğumdan ve tüm çocukluk döneminde yüksek oranda gözlendikten sonra yavaşça 20 – 50 yaş arasında sabitleşinceye kadar azalmaya başlar. 50’li yaşlara gelindiğinde genetik etkinliğimizde, yükselip ergenliğimizin seviyesini aşacak kadar ilginç bir hareketlilik başlar. Yaşlılarda “çocuk ruhu”ndan izler buluyor olmamız sadece edebi bir yakıştırma olmayabilir çünkü elimizdeki veriler ışığında 50’sini geçmiş bireylerde genetik transkriptomun çocukluk dönemiyle paralel gittiği saptanmıştır.

 

Bu çalışmaların bilimsel açıdan bize sunduğu yararlar aşikardır. Sonuç itibariyle, araştırmayı yürütenler, korteksin onyıllar boyu gelişimine zemin hazırlayan bazı kaidelerini izleyerek genomu, onun bütününü ele alıp, sanki kişisel tecrübe ve çevresel etmenler gibi dışarıdan gelen uyarılara cevap veren bir kumar oyunu olarak düşünerek kurdukları bu sistematik ve global yöntemin önemi üzerine ısrarla parmak basıyorlar. Genomun “mekanizma”sına yönelik bu yaklaşım, birkaç geni ve sözde ortak özelliklerini kıyaslamaya dayanan eski metodoloji karşısında ayrıcalıklı bir yer kazanıyor. Daha önce de Merkezi Genom Teorisinin öncülüğünü eden Henry Heng hakkındaki makalemizde de belirtildiği gibi bilimadamları oldukça paradigmatik bir dönemeçten geçildiği yönünde hemfikirler. Kleinmann ve yandaşları, biyolojistlerin öne sürdüğü, genomu transkriptomundan(haritasından) yola çıkarak incelemeyi mümkün kılan, daha üst düzeydeki etkileşmeleri ortaya çıkaran ve özellikle korteks genlerinin insanda bir ömür boyu evrimini ve bireylerin kişisel genetik farklılıklarını görselleştirmeye olanak sunan bu yeni fırsat karşısında ümitli oldukları kadar da ısrarcılar. Bu, insanın, sanki ölünceye kadar farklı bir türleşme sürecinde ilerliyormuş gibi, ömür boyu geçtiği etaplara göre değişik genetik ifadelere bürünen bir genoma sahip olması anlamına gelmektedir.

 

İsterseniz, bu araştırmanın eksiklerini telafi etmek adına -ne kadar evrimsel süreçteki ifadelerinin incelenmesinin ilginç sonuçları olması muhtemel organlar üzerine çalışmalar henüz yapılmamış olsa da- daha teorik ve cesur iddialar hakkında düşüncelerimizi de söyleyelim: Transkriptom değişime uğruyor ve genom yapısı ile de etkileşimlerde bulunuyorsa o zaman genom üzerinde bulunan dengesiz ve hassas etkinlikler, diğer şartlar da eğer uygun zemin hazırlıyorsa, bireyi kansere dönüşebilecek bir sürece meyledebildiği gibi hastalığı tetikleyebilir de. Bu durumda, insanın genomunda 50 yaşından sonra meydana gelen dalgalanmalarla istatiksel olarak yine bu yaşlarda su yüzüne çıkan kanser vakaları arasında bir bağlantı olabilir ve hatta bu hipotez bizi insan genomunun “şahsi türleşme”ye gebe bir yapıya sahip olduğu sonucuna götürebilir. Yaşlandıkça türleşen organizmada bu süreç patolojik olup hastalıklara da sebep olabilmektedir: Kanserin de bu tür bir türleşmenin ürünü olduğu tezinin Henry Heng ve Peter Duesberg tarafından öne sürüldüğünü yazmıştık. Ufak bir detayı daha açıklığa kavuşturalım: Genç yaşta, 10 – 35 yaş aralığında, gözlemlenen kanserojen genom bozuklukları özellikle çok ufak genetik çarpıklıklar sonucu ortaya çıkıyor olsa da 50’li yaşlardan sonra buna genelde kromozomik sapmalar neden olmaktadır. Daha doğrusunu söylemek gerekirse transkriptomun yapısı ile kanserin türü arasında ince bir ilişki yakalayabiliriz. Bu sadece bir öneriden ibaret de olsa yüksek seviyede transkripsiyonel faaliyetler kromozomik bozukluklar yaratabiliyor. Buradan hareket ederek genetik biliminin geleceğinin, bazı deneysel ve felsefi taktikleri geliştirerek yakalamaya çalıştığı yeni solukların ışığında, nasıl çarpıcı bir vizyona sahip olduğunu tahmin etmek zor değil.

 

Anlaşıldığı üzere, insan garip bir hayvan! Eğer çocuklarınız 60’ınıza geldiğinizde size “ihtiyar” muamelesi yapıyorsa, bilin ki haksız da sayılmazlar… Şahsen 12 yaşında çekilmiş bir resmimi incelerken kendimi tanıyamıyor ve doğal olarak sanki başka bir mahlukmuşum gibi bir izlenime kapılıyorum. Bir de hatıramda kalmış o 10 yaşında söylediğim şarkının beni geçmişe götüren sözleri olmasa!