Rezzan Hasoğlu

İlk yazım New York?taki Metropolitan Müzesinde şu anda sergilenmekte olan Alexander McQueen?in ?Savage Beauty? (Yabani Güzellik) başlıklı retrospektif sergisi hakkında olucak.
McQueen?in modacı kimliğinden çok bu sergide yaratıcılığı, işçiliğe olan mükemmeliyetçi yaklaşımı, düzen bozan kişiliği ve gösterilerindeki tartışma yaratan sunumları ön plana çıkarılmış. McQueen (1969-2010) İngiltere?deki Central St. Martins okulundan Moda tasarımı ve yönetimi bölümünden 1992?de mezun olduktan hemen sonra başarılı bir çıkış yapıp moda dünyasının ilgisini çekiyor.

 

Kendisi sanatına yaklaşımı olarak ?Önce kuralları öğrenmem gerekiyor ki sonrasında bozabilmeliyim? diyor. Bunu takiben uzun yıllar harcayarak öğrendiği yüksek kalite terzilik eğitimini bilinen atölye elbiseleri dikmek yerine o sistemi bozmaya kullanıyor. Üçgen katlanan ceketler, deforme edilmis korseler ve pantalonlar tasarlıyor. Sergideki alıntılardan aklımda kaldığı kadarıyla McQueen en çok romantizim ve egzotizmden ilham alıyor. Onun yaptıklarındansa bir çok şarkıcı ve sanatçı etkileniyor.

 

Sergiye girebilmek için yirmi beş dakika sırada beklemek gerekiyor. O esnada on dokuzuncu yüzyıldan Avrupa yağlı boya tablolarına bakıyorsunuz. Sergiye girince karşınızda ilk iki tane elbise ve uzun bir açıklama yazısı çıkıyor. Arkanızdan çekilen ip ile dış dünyadan kopup McQueen?in dünyasına adım atıyorsunuz. Sergi düzeni olarak odalar belli temalara bölünmüş ve kronolojik olarak ilerliyor. Her yeni odaya girişinizde müzik ve ışıklandırma bir önceki odaya göre değişiyor. İlk odada McQueen?in dikiş yeteneğini sergilediği modern kesimli giysiler var. Ardından daha karanlık ve tartışmaya açık bir koleksiyon görüyorsunuz. Bu koleksiyonda McQueen cinselliği ve sıradan giyinmenin sıkıcılığını sorguluyor. Sonraki odada 2000?li başındaki McQueen?in moda gösterilerinin ekranlarda döndüğü ve aksesuarların olduğu genişçe bir oda var. Bu kısım benim en çok ilgimi çeken oldu çünkü akla gelmeyecek objeleri aksesuar olarak tüketime aç kitleye sunmuş. Mesela demir omurga şeklinde kemer, çeneye giydiren metal bir çene, tay derisinden korse ve heykele benzeyen yürünmesi imkansız ayakkabılar var. Bu odadan kalabalık gurupla Kate Moss?un rol aldığı masalımsı hologramın yanından geçerek daha egzotik parçaların olduğu odaya varıyorsunuz. Burda Japonya, Çin gibi uzakdoğu ülkerin yanı sıra ortadoğu ve Türkiye?den de etkilenerek tasarladığı kumaşlardan elbiseler var. Son olarak McQueen?in yıllar evvel gördüğü Joel-Peter Witkin tarafından çekilmiş ?Sanatoryum? baslıklı bir fotoğraftan esinlenerek hazırladığı defilesinin kısa bir versiyonu var. En son odadan çıkmadan tavanda bir su tankında yüzen kadının video görüntüsünü izliyorsunuz. Etrafınızdaki çicekli elbiselere bakarken gözünüze Avrupadaki sanat akımlarından etkilenerek dikilmiş bir giysi çarpıyor. Robert Campin?in tablosunu McQueen?in elbisesine basılmış görünce de bu adamın bir moda tasarımcısından fazlası olduğunu ve seyircilerine bir vizyon sunduğunu anlıyorsunuz.

 

Her zaman seri üretim giysi tasarıma karşı gelmiş olan McQueen, işçiliğini ve yaratıcılığını en iyi yaptığı giysileriyle ifade ediyor. Seri üretimle, digital tasarlanan çizimleri giysi kumaşlarına bastırarak ya da moda defilesinde mankenlerinin kafasına plastik torba geçirerek dalga geçiyor. Bir çok günümüz tasarımcısı, belli bir endüstriye girmek için onun bir parçası olmaya çalışırlar. Bu çabalama sırasında kendi seslerini unutup o uğultuya kapılırlar. McQueen bu alışılagelmiş düzene uymayıp onu bozmaya çalışan bir kişi oldu. Kendisinin en büyük isteklerinden biri ise yirmi birinci yüzyılda tasarım denildiğinde akla ilk gelen kişilerden biri olmaktı. Bunu başardı ancak devamını görecek kadar yaşamına devam etmedi.