Valérie Manteau ismini Fransız televizyon kanallarından birinde, bir kültür/sanat programına denk gelince duydum ilk defa.

Valérie Manteau Türk yazar Nedim Gürsel ile birlikte

2018 yılında, yazar Valérie Manteau “Le Sillon” (İz) adlı kitabıyla 1926 yılından beri geleneksel olarak her yıl verilen “Prix Renaudot” yani Renaudot edebiyat ödülünün sahibi olmuş.

Televizyon programında yazar, ödülün kendisi için bir sürpriz olduğunu en güçlü adaylar arasında bile değilken ödülün onun romanına verilmesinin onu hem çok mutlu hem de çok şaşırttığını ifade ediyordu. Hatta Valérie Manteau yayınevi yetkilisinin kendisine ödülü aldığını söylemesine çok inanmadığını ve ödülü almak üzere yaşadığı şehir olan Marsilya’dan Paris’e tren bileti almak için radyoda haberleri beklediğini, haberlerde ismini duyduktan sonra Paris’e gelmek üzere trene bindiğini söylüyordu. 30’lu yaşların ortalarında, hatta bir başka deyişle “kırkına merdiven dayamış” bu güleç yüzlü hanımefendinin kitabını izleyicilere tanıtmak için söze başlamasıyla merakım artmıştı.

Valérie Manteau birden bire Türkiye’den, İstanbul’dan bahsetmeye başlamıştı. Gezi parkı olayları, Hrant Dink’in öldürülmesi, Aslı Erdoğan ve diğer başka yazarların hapse girmesi gibi konuların hepsine peşi sıra değindi. Anlaşılan Renaudot Edebiyat ödülünü alan Valérie Manteau ödül alan romanında bu konulara değiniyormuş. Bir yandan programı izlerken bir yandan da telefonumda yazarın ismini aratıyordum. Çünkü ne bu kitabı ne de yazarını hiç ama hiç duymamıştım.

Programda yazar kitabının içeriğini sunucunun soruları doğrultusunda anlatmaya başlamıştı.

Esasen romanın ana karakteri yazar Valérie Manteau’nun bizzat kendisiymiş. Romanda yazar Hrant Dink’in öldürülmesi ile ilgili bir kitap yazmak istiyor.Bu sebeple Türkiye’ye gelip çeşitli yazar çizerlerle “röportaj” yapıyor. Daha doğrusu girdiği ortamlarda tanıştığı insanlara Hrant Dink üzerine bir kitap yazmayı planladığını söylüyor. Kimileri “ne yani kitabında benden de mi bahsedeceksin?!” diye soruyor, kimileri “benden bahsedeceksen lütfen isimleri değiştir” diye rica ediyor. Bir nevi roman içinde roman gibi görünen bir yapısı var anlaşılan. Bu röportaj ve romanın günümüz Türkiye’sinde, İstanbul’da geçiyor olması bende merak uyandırıyor ve kitabı bir an önce elde etmek için girişimlere başlıyorum..

(Yazının geri kalanı Valérie Manteau’nun kitabı okunduktan sonra yazılmıştır)

Doğruyu söylemek gerekirse kitap ile ilgili ilk şaşkınlığım, yazarın bu eserinin Renaudot jürisinin değerlendirmesine göre 2018’in en iyi kitabı olarak seçilmesinden dolayı oldu. Bir nevi günlük gibi yazılmış olan romanda bir yüzeysellik var. Kahramanı İstanbul’a getiren şeyin Hrant hakkında kitap yazmaktan önce uzatmalı türk sevgilisiyle izdivaç yapabilme isteği olduğu anlaşılıyor. Türk sevgilinin ismini kitabın hiçbir bölümünde öğrenemiyoruz. Günlüğü yetişkin bir kadın mı yoksa 12 yaşındaki kız çocuğu mu yazmış emin olamıyorsunuz. Ama şunuda belirtmemiz lazım, Le Sillon yani “İz”in “Midnight Express” ile hiç alakası yok.

2015’in İstanbul’undayız. Yazar ve de kitabın başkahramanı Valérie Kadıköy tarafında ikhamet ediyor. Sık sık Avrupa yakasına gelebilmek için vapura biniyor. Taksim, Cihangir, oaralarda takılıyor. Bırakın hırçın bir içeriği kitabı okuyan fransızların İstanbul’u gezmeye gelmek istemeleri çok olası. Valérie Manteau ileride ülkemizin turizm elçisi bile olabilir Fransa’da.

Belliki Tuba Çandar’ın “Hrant Dink” kitabı Valérie Manteau’yu çok etkilemiş. Sonra Pınar Selek’ten bahsediyor. Anlaşılan Valérie Manteau Türkiye’ye gelmeden önce daha doğrusu bu kitap projesi için gelmeden önce biraz araştırma yapmış. Pınar Selek’in Fransa’da yayınlanan “Parce qu’ils sont arméniens*” (Çünkü onlar ermeni) adlı kitabı okumuş. Sayfalarda ilerledikçe bir “portreler galerisi” karşımıza çıkıyor.

Tuba Çandar’dan Erdağ Aksel’e, Aslı Erdoğan’dan Sevan Nişanyan’a, Pınar Selek’e, hatta Murat Uyurkulak’a kadar (burada itiraf etmeliyim Murat Uyurkulak’ı Valérie Manteau’nun kitabı sayesinde öğrendim) belirli bir kesimin yazar, çizer entellektüel kesimini tanıtıyor bizlere. Benim anlamakta zorluk çektiğim ben bir kitap yazmayı planlayıp bu kişilerle konuşmak istesem, bir onları nerede bulabileceğimi bilmiyorum, ikincisi onlara ulaşsam bile bana güvenmeyip (doğal olarak) benimle konuşmak istemezler. Acaba ülkemizde, entellektüel çevrelerde fransız araştırmacı/yazarlara daha mı fazla güveniyoruz ve onlara içimizi döküyoruz?

Kumkapı’yı, Bakırköy’ü geziyoruz Valérie Manteau ile birlikte kitabın sayfalarında ilerledikçe. İlerleyen sayfalarda “mutlaka birşeyler olacak” düşüncesi ve beklentisi ile kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Edirnekapı mezarlığı ve şehitliğin oralarda geziniyor yazar. İstanbul gibi son derece ekzotik bir şehirde bir semtten bir semte seyahat ederken bazen sanki ülke değiştirir gibi hissediyor kendini. Kitabı okurken kendimi Fransa’da yaşayan bir fransızın yerine koyuyorum, Türkiye hakkında basından duydukları dışında hiçbir fikri olmayan bir fransız olsam diyorum, muhtemelen ilk fırsatta gidip görmek isterim bu ilginç şehri diye düşünüyorum. Bazen vapura, bazen metroya, dolmuşa biniyor bazende erkek arkadaşıyla birlikte motora binerek geziyor İstanbul sokaklarını.

Erdem adındaki bir arkadaşı sayesinde İlhan Berk ve Edip Cansever gibi Türk Edebiyatı’nın önemli şairlerini keşfediyor yazar ve bunu okurlarıyla paylaşıyor.

Elif Şafak’tan bahsediyor yazar, anlaşılan “Babam ve Piç”i okumuş ve çok etkilenmiş(ben şahsen Elif Şafak’ın sadece ilk romanını Araf’ı okumuştum ve beğenmiştim). Hakan Günday’ın fransızcaya çevirilmiş ve çok beğenilmiş romanı “Az”ı okumuş Valérie Manteau (fransızca “Encore”); türk yazarların fransızcaya çevirilip fransız okurlara ulaşması son derece gurur verici bir şey tabi ki. Portreler galerisi devam ediyor bir diğer yandan. Fethiye Çetin ve kitabı “Anneannem”den bahsediyor, Necmiye Alpay’dan, hukukçu Erdal Doğan’dan.

Hrant Dink’in öldürülmeden önce yargılandığı davaya tanıklık ediyoruz, Hrant’ın yargılanma süreci ile ilgili gazetelerde okumadığımız bazı ayrıntıları paylaşıyor okuyucusuyla Valérie Manteau. Tabi Orhan Pamuk davasının aynı döneme denk geldiğinin altını çiziyor.

Anladığım kadarıyla yazar 2015’te geliyor İstanbul’a. Bir-bir buçuk yıl kalıyor. Başarısız darbe girişimine ve akabinde kamudaki cadı avına da şahit oluyor.

İşin enteresan yanı kitabın bazı bölümlerinin bir nevi haber bülteni- haber özeti tadında olması. Suriyeli muhalif gazeteci Naci Jerf’in Gaziantep’te öldürülmesi, Ramazan ayında Radiohead grubunun yeni albümünün lansmanı için plakçı dükkanında küçük bir kutlama yapan Koreli plakçının Cihangir’de saldırıya uğraması, gazeteci Nuh Köklü’nün pisi pisine bir kartopundan çıkan kavgada hunharca katledilmesi, Hırant Dink’in katledilğinde ayakkabısının delik olmasından ne sonuç çıkarılabileceği, Aslı Erdoğan’ın tahliye edilmesi ancak yurtdışına çıkış yasağının olması, Sevan Nişanyan’ın izinli çıktığı cezaevine geri dönmeyip, yurt dışına kaçması ve Twitter’dan “kuş yuvadan uçtu, darısı 80 milyonun başına” diye yazmasına kadar çeşitli haberlere değiniyor yazar Valérie Manteau. Değindiği haberler arasında belkide en “rahatsız edici” olanı hukukçu, Diyarbakır Barosu başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesi ve ölümünün arkasındaki sis perdesi. Öyleki sanki bir-iki yıllık bir öbek günlük gazeteler var elinizin altında ve siz rastgele onları ayıklarken bazı haberleri seçip bir haber panoraması yapıyorsunuz gibi geliyor.

Tüm bu haberlerden ne sonuç çıkarmak gerektiğini anlamakta zorluk çekiyorsunuz, Türkiye’nin yeterince güvenli bir ülke olmadığını mı, yoksa Türkiye’nin artık bir hukuk devleti olmadığını mı orası tam olarak belli değil. Kitabın sonuna doğru pek çok türk arkadaşı, Elif Şafak ve Can Dündar gibi, yurtdışına gitmeyi tercih ediyor. Yazarın kendisinin, yani kitabın başkahramanı (Hrant Dink üzerine bir kitap yazmayı planlayan başkahraman) Türkiye’yi terk etmesinin altında yatan esas sebep politik değil, sevgilisinden ayrılmış olması. Gerçi Atatürk Havalimanına, Marsilya uçağına binip memleketine geri dönmek üzere geldiğinde, biraz endişeleniyor Valérie Manteau, “ya pasaport kontrolünden geçerken gözaltına alınırsam, uçağa binmeme engel olursa türk polisi??!” diye. Kısa bir süre sonra bu “endişesinin” yersiz olduğunu anlayıp kendisini memleketine hem de Fransa’nın en prestijli edebiyat ödüllerinde biri olan “Prix Renaudot”ya götürecek olan Marsilya uçağına biniyor. Arkasında hiç “İz” bırakmadan.