“GEN DEVRİMİ YERİNİ GENOM DEVRİMİNE BIRAKIYOR”

Bazı cesur ve yaratıcı bilimadamlarının sunduğu yeni teoriler ışığında gerçekleştirilen genetik araştırmalardan elde edilen bilgiler, oldukça esnek ve değişken yapıya sahip (epistemolojik) bir konsept olan genin bilimdeki yerinin sorgulanmasına ve belki de genetikte epistemolojik bir kırılmanın yaşanmasına neden olmakta.

Bugüne kadar gerek Rosine Chandebois‘nın yarattığı bilimsel efsane olan gerekse Richard Dawkins‘in üzerine ontolojik özellikler yüklediği gen kavramını oluşturan taşlar, genden çok genomu ön plana çıkaran ve belki de onu araştırmaların merkezine yerleştirecek yeni bir vizyonla alt üst olacağa benziyor. Genmerkezci yaklaşıma karşı gösterdiği eleştirel mizacıyla bilinen Detroit’li bilimadamıHenry Heng özellikle bilgisayar programlarını besleyen ve sadece tümevarımsal bir yaklaşımla “gensel madde” elde etmek için kullanılan sistematik araştırmaları kullanıp karşılaştırma metoduyla farklı sonuçlar çıkaran yöntemlere yönelik aktardığı düşüncelerle dikkat çekiyor.

 

Gen ile hastalıklar arasında kanser ilk hedef alınan konu ama bilinmeli ki genler bu fenotipin tek belirleyicisi değil çünkü bir organizmanın gelişiminde, işlevinde ve farklı koşullara alışma sürecinde epigenetik düzenlemeler ve protein döngüsü de büyük rol oynuyor.

Gen kavramının keşfedilmesi ve araştırmalarla üzerine gidilmesi ne kadar (ontogenez) ve evrim araştırmalarının aydınlatılmasında rol oynadıysa da gen, devrini tamamlayıp, üzerine eğildiği dallarda gittikçe daha büyük aydınlanmaları hedefleyen bilimsel bakış karşısında yerini daha kuvvetli başka kuram ve kavramlara bırakmaktan kurtulamayacak gibi gözüküyor.
Bu bağlamda Heng, genmerkezci yaklaşımı bırakıp genin yerini, türleşme ve kanser gibi daha henüz canlılarda gözlenen ve şu anki kuramların açıklayamadığı faaliyetleri de araştırma sahasının içine alacak yeni bir konsept kurulması gerektiği görüşünde. Heng, genomu ekosisteme yeni türler kazandıracak ya da bir organizmanın içinde -tümörlerde olduğu gibi- farklıtürden hücrelere hayat verecek dahili bir mekanizma olarak nitelendiriyor. Heng ile aynı fikirde bulunan Peter Duesberg de bu teori ışığında kanseri aslında kromozomik bir düzensizliğin tetiklediğini söylüyor.

Merkezî genom teorisini açıklayan makale, özellikle kanser hastalığının prosesini açıklamaya yönelik deneysel uygulaması sebebiyle ilk 2009 yılında “Bioessays” dergisinde yayımlanmıştır. Bu kuramın temelinde, ne kadar tartışmalı olsa da canlı organizmanın evrimine eşlik eden bazı prosesleri anlamamıza yardımcı olacak yaklaşımlardan biri olan mikro ve makro evrim sürecini birbirinden ayırmış olması yatmaktadır. Mesela, spesiasyon denilen farklı türlerin üremesi makro evrim sürecine, aynı tür içinde göze çarpan ve doğal adaptasyon devrinde gözlenen bazı değişimler de micro evrim sürecine birer örnektirler. Evrimciler geçen yüzyıl boyunca hep türleşmenin ufak mutasyonların birikimiyle mi yoksa ani gelişen büyük değişikliklerle mi oluştuğunu tartışagelmişlerdir. Bu iki kuram arasında yapılacak her seçimin de, içinde farklı evrimsel mekanizmalar barındırdığı ve bu mekanizmalardan birinin ise evrim teorisini açıklayabileceği düşünülüyor. Bizzat Heng de bu yönelim çerçevesinde kromozomların genel içeriğine tekabül eden karyotipinin üzerinde düşünerek genomu teorisinin içinde en merkeze yerleştiriyor.
O’na göre nesiller boyu süregelen evrim süreci tek tek genler üzerinde değil aksine bir bütünü oluşturan karyotip üzerinde gelişiyor ve değişimlerin kalıtsallığı ise “egoist gen” teorisinin tersine, ufak yapıtaşları yerine bütünü oluşturan genom sayesinde sağlanıyor. Bu süreç içinde, bazen, oluştuğu gözlemlenen dengesizliklerin birden yıkılıp ortalıkta kalan serbest parçaların ise farklı bir bütün oluşturacak şekilde bir araya geldiği ve yeni türleri yarattığı düşünülüyor.

Heng, E.coli bakterisi üzerinde yaptığı araştırma sonucu bu bakterinin genomunun tür değiştirmeden büyüyüp yine E.coli bakterisine dönüşecek yeni döl hücrelerinin oluşumunda nasıl genetik ağının kendini organize ettiğini gözlemleyerek genin ferdî varlığının değil, genetik bilgiyi depolayan ağın -yani genomun- alınan sonuçlarda etkin olduğunu iddia ediyor.

Farelerde, farklı genlerin knock-out yöntemiyle gözlemlendiği deneylerde ortaya çıkan patolojik(hastalıklı) veya ölümcül vakalar her bir genin genetik ağın içinde nasıl kilit rol oynadığını, dolayısıyla da doğal evrim sürecinde genlerin tek başına değil de dahil oldukları bütün çerçevesinde seçilerek türlerin fenotipini korumasını, gelecek nesillere aktarılıp varlığınısürdürebilmesini sağladığını kanıtlıyor.

Heng’in ikinci iddiası ise türlerin evrimsel yani filogenetik sınıflandırılmasının bugün kabul görmüş halinin, farklı türlerin evrim sürecinin filtresinden geçmiş gen kesitlerinin arasındaki benzerlikleri baz alan bir metoda göre oluşturulduğu gerekçesiyle güvenilir olmadığıdır; çünkü aslında evrimin gidişatını ve neticesini, düzensiz(rastgele) prosesler ve birbiri ardınagerçekleşen yapılanmalarla etkileyen faktör, o türün genetik ağı, yani genomudur ve filogenetik sınıflandırma da bu yeni kurama uygun yapılmalıdır.

Model bir filogenetik sınıflandırma için gözlenmesi gereken en önemli ayrıntı türleşmenin meydana gelmesinde pay sahibi genleri cinslerini, tabiatını sorgulamaktan geçiyor. İnsan ve maymun türlerinin genomlarını kıyasladığımızda arada sadece %2 oranında fark yaratan gen kesitleri olduğunu görüyoruz, ancak Heng, türleri kıyaslayabilmek için karyotiplerine bakmak gerektiğini söylüyor çünkü insan ve maymun türlerinin karşılaştırılması misalinde şempanzede insandakinden iki kromozom daha fazla olması aslında bu iki türün kıyaslanmasında çok büyük fark yaratıyor. Bu nüanslar sonucu Heng, türleşmeyi genler üzerinde gerçekleşen birikmiş mutasyonlardan ziyade düzensiz ve hassas yapısı gereği değişikliklere maruz kalan genomun evrime yol açtığını söylüyor.
Bu kanıtlar ışığında bakıldığında türleşme sürecinde rol oynadığı düşünülen genlerin tahlili araştırmanın içinde zaruri olmaktan çıkıp ikinci planda kalıyor. İnsanda patolojik genleri tespit için yapılan genetik analizler, bu genlerin diğer türlerde de var olduğunu ve bu ortak genlerin karşılaştırılan türler içindeki dağılımının evrim kronolojisine aykırı geldiğini gösteriyor ve dolayısıyla da genlerin türleşmenin belirleyici etkeni olmadığı kuramını doğruluyor.

Araştırmalar bize türleşmenin dağılımını, yani makroevrimi, adeta oyun kartlarının karılıp dağıtılması veya bir yapbozu oluşturan parçaların dağılıp tekrar bir araya gelerek yeni bir resmi oluşturması kadar rastgele bir mekanizmanın esiri olan dengesiz genomların sağladığını söylüyor. Ayrıca her tür içinde genlerin ferdî mutasyonu sonucu oluşan, farklı ten renkleri gibi, epigenetik
değişimlerin kalıtsal bile olabilen farklılıklarını mikroevrimsel sürecin sonucu olarak gözlemlemekteyiz. Tüm vakaların %90’ında, türlerde gözlenen değişimlerde karyotiplerin rol aldığı gerçeğini de hesaba katarak Heng altını çize çize bilimadamlarının bugüne kadar genmerkezci evrim kuramında ısrar edip türleşmenin karyotipik değişimler sonucu meydana geldiği gerçeğini görmeyip
bunu teğet geçtiklerini söylüyor.