Fukuyama «Tarihin Sonu ve Son İnsan» adlı kitabının temeli olan makaleyi ilk kaleme aldığı zaman tarihler 1989’u yani o ünlü Berlin Duvarı’nın yıkılışını gösteriyordu. İki kutuplu dünya ve soğuk savaş sona ermiş, kapitalizm zafer kazanmıştı. Tabii ki sosyalist, marksist fikirler de darbe almıştı. Bu olayla birlikte sol düşünce de bazı kesimler bu ağır yenilgiden dersler çıkardı bazıları ise çıkarmadı. Bu ağır yenilgiden sonra sosyalizmin hatalarını dillendirmek fazla şaşırtıcı olmazdı ancak kapitalist liberal demokrasilerin tarihin sonu olduğunu söylemek fazla iddialı sayılabilirdi. Ancak Fukuyama bunu iddia ederken aslında fazla yeni birşey söylemiyordu sadece ünlü Alman filozof Hegel’i 1989 sonrası tekrar ele alıyordu. Bu yüzden yazara büyük suçlamalar da getirilmedi değil. Komünist komploculuğu içinde CIA ajanlığı ile suçlandığı da oldu ve aslında kitapta anlatılanlardan çok niyet okuyuculuğuna soyunuldu. Ancak yapılması gereken ve tabiki sağlıklı olanı emperyalist ajan söylemini bir kenara bırakıp Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı kitabınının ne dediğini anlamaya çalışıp üstüne yorum yapmaktır.

 

Tarih Nedir?

Fukuyama liberal demokratik rejimlerin son yıllarda evrensel olarak bir meşruiyete sahip olmaya başladığına ve «nihai insani hükümet biçimi» olabileceğine dikkat çekerek, bu tür rejimlerin diğer rakip otoriter/totaliter rejimler gibi büyük iç çelişkilerden uzak olduğunu söylüyor. Bunun yanında liberal demokratik rejimle yönetilen (ABD, Fransa, İsviçre vs.) ülkelerin sorunlar yaşadığını kabul ediyor ancak bunu özgürlük ve eşitlik ilkelerinin kendisine değil uygulanışlarındaki problemlere bağlıyor. Öncelikle tarihin ne olduğuna dair bir düşünce yürütürsek, tarihi yüzeysel olarak birbirini takip eden olaylar ele almanın yanlış olacağını söyleyebiliriz. Fukuyama da tarihi Hegel’in ve daha sonra Marx’ın ele aldığı gibi «bütün zamanların ve bütün zamanların deneyimlerini kapsayan eşsiz ve aynı zamanda bağlantılı bir evrim süreci» olarak kabul etmiştir. Hem Hegel hem de Marx tarihin ilkel kabile toplumlarından başlayarak, feodal aristokrasiyi , monarşiyi ve sanayi kapitalizmini takip eden aynı zamanda üretim biçimi olarak da avcı-toplayıcılıktan tarımsal ekonomiye ve ondan sonra tekniğin belirleyici olduğu sanayi ekonomisine geçişin olduğu bağlantılı bir gelişme gösterdiğini kabul etmişlerdi. Bu gelişme lineer bir çizgi takip etmese de rastlantı değildi ve belirli bir yöne doğru olduğu açıktı.

Bu tarih anlayışının yanında ne Marx ne de Hegel bu gelişimin sonsuza dek süreceğine ihtimal vermemişti. Marx bu gelişimin ve tarihin sonunun komünist toplum, Hegel ise liberal devlet olduğunu iddia etmişlerdi. Bununla beraber artık önemli bir olay ya da sorunun olmayacağını değil sadece insani temel arzuların kurumlar nezdinde sonuna ulaşıp karşılanacağını söylemişlerdi.

 

Tarihin Sonu

Tarihsel ilerlemeyle en sonunda liberal kapitalizme mi çıkılır sorusunun cevabına evet demek bizi çok büyük bir tartışmanın ortasına götürecektir. Sonuç olarak tarihte bütün olan bitenin nihai amacının liberal demokratik ve kapitalist düzen olduğunu söylemek fazla iddialı bir önerme olacaktır. Fukuyama bu soruya evet diyerek ekonomik ve kabul görme mücadelesi ile iki farklı nedene bağlamakta. Marx ve Hegel’den sonra iki dünya savaşı yaşayıp, teknolojinin karanlık yüzünü ve insanlık suçlarını gördükten sonra tarihin bilinçli bir ilerleyişini söylemek özellikle Avrupa’da fazla bir anlam ifade etmemişti. Nasyonal sosyalizmin ve stalinizmin yükselişini gören, Holokost’u ve diğer birçok çevresel,toplumsal,sosyal yıkımı yaşayan, teknolojiye duyulan sempatiyi ve teknik ilerleme iyimserliğini yok eden bir dönemden geçen Avrupa’daki düşünürler tarihsel ilerleme kavramını eleştirmiş ve karamsarlığa düşmüştü. Ancak bu karamsarlığın yanında iyimserlik de çıkarabiliriz. Bu kadar felaketten sonra dahi yıkılmaz denilen ister sağcı otoriter-askeri diktatörlükler olsun, ister solcu komünist-totaliter sistemler; çöktü ve istikrarlı demokrasiler haline gelmeseler bile çoğunun hedefi hem ekonomik hem yönetim olarak liberalizm oldu. Eskiden Sovyet Sosyalist Birliğe dahil olan ülkeler bu aşamadan sonra eskiyle kıyaslanırsa ciddi anlamda bir refaha kavuştu. Bu tespitten sonra tekrar sorumuza geri dönüyoruz: Gerçekten bizi kapitalizme ve liberalizme taşıyacak bilinçli bir tarihsel ilerleme var mı? Fukuyama’nın evet cevabının ardından nedenlerini irdelemekle işe başlayalım. Fukuyama tarihin amaca yönelik ve bağlantılı gelişmesini sağlayan mekanizma olarak modern doğa bilimlerini(teknoloji) seçmiştir. Teknoloji gerçekten de tüm toplumlar için doğayı hakimiyeti altına almak, doğadan zenginlik ve refah yaratmak noktasında ortak bir uğraştır ve hiçbir toplum, millet bundan geri durmaz. Birincisi savaş tehlikesi günümüz için halen geçerlidir ve teknik bu çağda herşey demektir ve bu nedenle hiçbir devlet savunmasını en modern tekniklerle desteklemekten çekinmez. İkinicisi ise teknolojinin yarattığı refahtır. Bu konuda da hiçbir toplum teknoloji kullanmaktan geri kalmayacaktır ve bu aslında tarihsel ilerlemenin lokomotifini oluşturur. Çünkü modern doğa bilimleri(teknoloji) bütün milletlerde benzer etkiler ortaya çıkarır. Bunları sanayi toplumlarının özellikleriyle özetleyebiliriz: Verimlilik, büyük kentler, ulus-devlet, uluslararası pazar, evrensel tüketim kültürü vb. Buna kapitalizmi ve küreselleşmeyi ekleyebiliriz. Sovyetler Birliği de teknik birikimin belirleyici olduğu endüstri çağında otoriter bir rejimle Avrupa’nın seviyesine ulaşmayı başarmıştı ancak enformasyonun ve teknik yaratıcılığın ön plana geçtiği «sanayi ötesi» toplumlar çağında iflas etmişlerdi. Aslında sosyalizmin başarısız oluşunun temelinde ekonomik bir çelişki yatmaktadır. Ludwig von Mises bir ekonomist olarak devlet eliyle düzenlenen bir ekonominin büyük bir planlama ve enformasyon sorununa sahip olduğunu söylemiştir. Gutenberg’in matbaayı keşfinin 15. yüzyılda Avrupa’da Protestan Reformasyonunu tetiklemesi gibi, 20. yüzyılda bilgisayar ve diğer yeni iletişim medyalarının ortaya çıkması, Moskova’nın yönettiği ülkelerdeki insanların ve onların zihinlerinde kurduğu kontrole geri dönülmez bir darbe vurmuştu. Ayrıca, Marksist ekonomistler tarafindan “üretken olmayan (nonproductive)” olarak etiketlenen ve aşağı görülen “bilgi işçileri”, 50’li yılların ortasından başlayarak Batı ekonomilerinin ilerlemesini sağlamışlardı. Gerçek bir devrimi gerçekten yaşayan Batı ülkeleri, bilgisayarlı kapitalizm ile bacalı sosyalizmi yenmişlerdi. Enformasyonel kapitalizmin temelleri o dönemde atılmıştı. Bacalı endüstri çağının, yani zamanı geçmeye, sosyal gerçeklerinin geçerliliğini yitirmeye başlayan bir çağın ideolojisinde kalan (Marksizm) Sovyetler’de bu gerçeği Mihail Gorbaçov 1989’da dile getirmiş ve “Ne yazık ki biz, içinde olduğumuz yeni enformasyon çağında en önemli varlığın bilgi olduğunu farkeden en son ülkelerden biriyiz” demişti. Marx devrimin, üretim etrafındaki sosyal ilişkilerin(mülkiyet ve kontrol mekanizması) o çağda gündemde olan üretim metodunun(teknolojinin) daha fazla ilerlemesine engel olduğu zamanlarda olacağını tahmin etmişti ve bu tarif ne acıklı ki sosyalist deneyin çöküşünü haber veriyordu. Yeni iletişim teknolojileri ve daha önemlisi açık bilgi üzerinden yükselen yeni zenginlik yaratma biçimi için sosyalizm (ve tabii ki diğer otoriter/totaliter rejimler) bir engeldi. Bilgi konusundaki çağ dışı tutumu Sovyetlerin sonunu getiren önemli bir etmendi. Birkaç istisna dışında devlet sosyalizminin iyi yaşam, eşitlik ya da özgürlük değil, tek parti sistemi, aşiri bürokrasi, gizli bir polisle kontrol edilen baskı rejimi, gizlilik, medyanın devlet tarafından kontrolü ve entelektüel ve sanatsal dünyaya baskı gibi kavramları getirdiğini söyleyebiliriz. Sosyalizmin yarattığı aşırı kuvvetli bürokrasi de bilgi kısıtlayıcı araçlardan biriydi. Bu sistem sayesinde enformasyon sadece daha önceden tanımlanmış kanallara girer, ve bilgi akışı sadece ve sadece daha önceden tanımlanmış “resmi kanallar” üzerinden yapılırdı. Gayri resmi (informal) ve doğal bilgi akışı bu sistemde kabul edilir değildi ancak aslında bu tür akış insanların normal işleyiş şekliydi.. Böylelikle dezenformasyon içinde ekonomik sistem çöküntüye uğramıştı. Sovyet yönetiminin bu gerçeğe tamamiyle uyanması içinse mesajı savaş meydanında alması gerekecekti. I. Irak Savaşı’nda doktrinini tamamen değiştirmiş ve bilgi teknolojileri ve yeni bir yapı üzerine kurulmuş ABD askeri gücü ortaya çıkmıştı, ve karşısında Sovyet doktrinine göre hazırlanmış Irak ordusu vardı. Irak’lılara yardım, hem de bir yandan ABD’nin kabiliyetini yerinden takip edebilmeleri için Sovyetler Birliği danışmanlarını Irak’a göndermişti. Savunma bataryaları, radarlar, sinyalleri izlemeye alan bu Sovyet subayları, saldırı günü gelip çattığnda birdenbire bomba uçaklarını tepelerinde buluvermiştiler. Savaş bitince süklüm püklüm ülkelerine döndüklerinde artık saklanamayacak gerçeği (geri kaldıklarını) üstleri ile paylaştılar:

Saldırı uçakları radarda görünmemişti.

Buraya kadar teknik ilerlemenin ve sanayi çağından bilişim çağına geçişin ancak kapitalist ekonomiyi doğuracağı ve aynı zamanda onunla beslenebileceğini görüyoruz. Ancak sanayileşme ve ilerleme bunun yanında demokrasiyi getirmek zorunda değildir. Sanayileşme demokrasi ilişkisine baktığımızda görüyoruz ki teknik ilerleme ve gelişmiş sanayi illa da demokratik toplumlarda olmak zorunda değildir ve baktığımızda Japonya, Sovyetler ve Alman İmparatorluğu ileri kapitalizm ve politik otoritarizmin bir arada olabileceğinin tarihsel örnekleridir. Ancak şimdiye kadarki tarihsel ilerlemeye bulduğumuz ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle alakalı dayanaklar ekonomikti ve toplumsal değişimi sadece ekonomik olarak yorumlamak eksik kalır çünkü insan sadece ekonomik bir varlık değildir ve materyalist bir bakış açısıyla açıklanamaz. Fukuyama burada ilk olarak Platon’un kullandığı ve Hegel’in yararlandığı «thymos» kavramını devreye sokar, yani kabul görme mücadelesini.

 

Thymos

Arthur C. Clarke’ın aynı isimli kitabından gelmiş geçmiş en iyi birkaç yönetmenden biri olan Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanmış 1968 yapımı 2001: A Space Odyssey isimli filmde, yönetmen ilk bölümü İnsanın Doğuşu’na ayırır. Aslında bir bilimkurgu olan bu filmin ilk başta bir uzay macerası olduğu düşünülse de bir ilk insan tanımlaması yapılır. Uzunca bir süre beliren siyah ekran bize milyonlarca yıl süren karanlık çağı simgelerken ardından beliren ışık da aynı şekilde insanın -primitif halde de olsa- doğuşunu simgelemektedir. Doğayla iç içe, onun bir parçası olarak ve tabii ki onun boyunduruğu altında yaşarken, otla beslenip, vahşi hayvanlara yem olurken dahi bu insansı maymunlar küçük bir su birikintisi için kabileler halinde hakimiyet savaşı vermektedir. Bu bize daha sonra tartışacağımız insandaki güdüsel mülkiyet duygusunu işaret etmektedir. Bu kavgalar şiddetsiz sadece kuru gösteri ile sürerken bir gece aniden beliren bir taş -Stanley Kubrick bu metaforun açıklamasını bize bırakmış ve bir ipucu vermemiştir- insanda bir aydınlanmaya sebebiyet vermiş ve insanlık, dünya ve hatta evrenin tarihinde geri dönülmez bir devrimin ateşleyicisi olmuştur. Bu devrim insanın aklını kullanabilmesi, fiziki sınırlılığını kabul edip bunu aşmak adına icatlarda bulunabilmesi ve etrafındaki herşeyi dönüştürebilmesidir. Bu icattır ki su savaşında üstünlük vermiş, insanın vahşi doğasını ortaya çıkarmış ve kendi potansiyelinin farkına varmıştır. Bu icat ilk olarak öldürmek için kullanılan sıradan bir kemiktir. Bu bölümden sonra birden bire uzay araçlarına geçilir ve insan ilk icattan sonra geldiği noktadan gurur duyar. İnsanoğlu evrimin zirvesinde süzülmektedir ancak dünyanın efendisi olmasına rağmen uzayda halen ataları gibidir ve öğreneceği çok şey vardır. Daha sonra film insanın ne olduğu,nerede olduğu, insan-yapay zeka ilişkisi gibi derin felsefi sorunlar üstüne devam eder ancak bu kısımlar direkt olarak yazı konusuyla alakalı değil.

 

Bu filmi anlatmamın temel nedeni son insanı anlatırken en baştan başlamamız gerektiğini düşünmemdir. Sonuçta insanın ne olduğu konusunda temel bir anlaşmaya varılmış değildir ve zaten olması beklenemez. Bir taraf insanın özünde barış olduğunu söylerken diğeri vahşi olduğunu, insanın diğer insanın kurdu olduğunu söylüyor. Hegel ise insanı hayvanlardan ayıran temel şeyin kabul görme arzusu olduğunu iddia etmektedir. Sadece insanın, belirli bir onura,değere sahip bir varlık olarak kabul görmek için en temel dürtüsü olan yaşamını,varlığını korumayı riske edeceğini söylemiştir. Bunu da thymos kavramı ile açıklamıştır. Platon ruhun; bir arzu eden, bir mantıklı bir de thymos (duygu) olarak adlandırdığı üç bölümden oluştuğunu savunmuştur. İnsan davranışlarının büyük kısmı arzu ve akıl ile açıklanabilirse adalet,saygı görme, saygı isteme gibi soyut değerlere de sahip olması thymos kısmını oluşturur. Kendine saygı yeteneği ruhun bu bölümünden kaynaklanır. Bu kabul görme ihtiyacı ve bu ihtiyaca verilen karşılıkla ortaya çıkan öfke,gurur,utanç gibi duygular Hegel’e göre politikada önemli rol oynar ve aynı zamanda tarihsel sürecin itici güçleridir.

 

Çünkü Hegel, Marx’ın aksine tarihi sömürülen ve sömüren sınıfların arasındaki çatışma olarak değil itibar ve insanlık onurlarının kabul görmesini birbirini dayatan iki insanın çatışmasıyla açıklamıştır. Bu saygı görme mücadelesinde doğal,iç güdüsel ölüm korkusunu yenen kişi efendi diğeri ise köle olmuştur. Tarihin bu ilk kavgasında amaç barınak, yemek gibi ihtiyaçlar değil yalnızca itibardır. Hegel’e göre onurlu bir insan olarak kabul görme isteği, insanları tarihin başlangıcında itibar uğruna kanlı bir ölüm-kalım mücadelesine sürüklemiş ve sonuçta hayatını riske etmeye hazır efendiler ve doğal ölüm korkularına yenik düşen bir uşak,köle sınıfı ortaya çıkmıştı. Bu ilişki insanlık tarihinin büyük bölümünü farklı eşitsizlik biçimleriyle görünerek doldurmuştu. Ancak ne uşak ne de efendi kabul görme ihtiyacını tam olarak tatmin edememişti ve bu çelişki tarihi ilerletmeye devam etti. Hegel 1789 Fransız Devrimi’nin ise efendi-uşak ilişkisini ortadan kaldırdığını düşünüyordu. Bir zamanların uşakları kendi efendileri olmuşlardı ve artık insan hak ve özgürlükleri, halk egemenliği, hukuk devleti gibi kavramlar geçerliydi. Efendi-uşak arasındaki çapraşık, eşitsiz kabul görme yerine evrensel karşılıklı kabul görme geçti ve bu tarihsel itici gücün tatmine ulaşması Hegel’e göre tarihin sonunu getirmişti. Hegel’in Napolyon’a duyduğu hayranlık ve liberal demokrasilerin tarihin sonu olduğu fikri de buradan kaynaklanıyordu.

 

İnsana yönelik bu felsefi açıklama, kavrayış ilk bölümde yaptığım ekonomik açıklamayı tamamlıyor, çünkü arzu ve akıl sanayileşme sürecini açıklasa da liberal demokrasiye yönelim konusunda yetersiz kalmıştı. Sanayileşen ülkelerdeki artan eğitim düzeyi ve refah insanın thymos duygusunun tatmini ihtiyacını da ortaya çıkarmaktaydı ve bu yüzden bu tür ülkelerde herkese özgürlük, tolerans, hukuk, karşılıklı saygı talepleri ve karşılıklı kabul görme ihtiyacı ortaya çıkmıştı. İnsanlar sadece arzu ve akıldan oluşsaydı Sovyetlerde ya da sanayileşmiş ancak askeri rejimlerle yönetilen ülkelerde yaşamayı benimseyebilirdi ancak «insan» aynı zamanda hakları ve özgürlükleriyle insan olabildiği için kendine saygı gösteren ve özgürlüklerini teslim eden demokratik rejimler talep etmektedirler.

Son insan

Thymos kavramını açıkladıktan sonra liberal demokrasilerin milliyetçilik, din, savaş ile ilişkilerini konuyu uzatmamak adına geçmek zorundayım. Aynı zamanda emperyalizm, devletlararası savaşlar ve bunlardaki sömürgecilik amacını da çok önemli ve tartışmalı olduğu halde aynı nedenden ötürü atlıyorum. Suç, çevre kirliliği, aşırı tüketimcilik, ayrımcılık, yoksulluk gibi ekonomik, kültürel ve toplumsal sorunların oldukça hayati olduğunu da not ediyorum. Bunlar da henüz demokratik rejimler tarafından aşılmış değil.

 

Son sorum ise şu olacak: Liberal demokrasilerin yurttaşlarına sağlanan kabul görme tamamen tatmin edici midir?

 

Sol düşünürler, kapitalizmin doğasından ötürü zaten ekonomik ve sosyal eşitsizlik yarattığı ve eşitsiz bir iş bölümü gerektirdiği için evrensel kabul görmenin mecburi olarak eksik kalacağını söylemişlerdir. Ekonomik refah ne kadar büyük olursa olsun kapitalist sistemin doğasından ötürü her zaman görece yoksul insanlar olacağı için bazı insanlar daha az insanlık onuruna sahip kalacaktır. Bu düşünce sol fikriyatın temelini oluşturduğu için sadece öbür türlü bir toplumun yani komünist bir toplumun insanın doğasından ötürü(thymos, mülkiyet, hırs) -bana göre- mümkün olamayacağını söylemekle yetineceğim. (İnsan doğasının bu özelliklerinden ötürü 1917 Rus Devrimi toplum mühendisliğini de amaçlıyordu.) Bu belki benim hayalgücü eksikliğimden ya da devrimci ruhu taşımayışımdan kaynaklanıyor olabilir ancak yine de komünist toplumun sadece ütopik bilimkurgu kitaplarına güzel bir konu olmaktan öteye gidebileceğini sanmıyorum.

 

Bu soruya gelen diğer cevap ise Nietzsche’den olmuştur. Özetlemek gerekirse Nietzsche’nin kendine özgü bir insan tanımı vardır ve ona göre tarihin sonundaki tatmine ulaşmış son insanla beraber köle ahlakının zaferi gelecektir. Liberalizmin kurucuları tarafından yetiştirilmiş olan tipik yurttaş konforlu bir varlık sürdürme uğruna kendi üstün değerine olan onurlu inancından vazgeçmiş, bir yerde «aşağı insan»dır. Son insanın başkalarından daha büyük kabul görme arzusu olmayacaktır ancak Nietzsche’ye göre olmalıdır ve bu ihtiyaç insanı insan yapar ve mükemmelliğe götürür.

 

Tarihin sonu kavramına bir de bu açıdan bakmak gerekir. Nietzsche’nin insan tanımı belki de doğru olanıdır ve eğer son insan kavramı gerçekleşirse insanlık belki aşağı son insan olmaktan kaçmak için tekrar vahşi ilk insana dönüşmeye yönelecek ve liberal demokrasinin yarattığı evrensel karşılıklı kabul görmeyi reddedecektir. Bu tür sorulara verilecek net bir cevap bulmak çok zor ve derin bir felsefi kavrayış gerektirmekte.

 

Sonuç olarak, Fukuyama’nın kitabı ve fikirlerini kısaca anlatıp üstünden bir takım fikirler yürüttüm. Çok geniş bir alanı kapsamasının yanında en temel felsefi ve politik tartışmalara dokunmasından ötürü yüzeysel kalmış olsam da bir takım çıkarımlar yapmaya çalıştım. Fukuyama’nın ve Hegel’in büyük olasılıkla haklı olduğunu kabul etmekle beraber karşıdan gelen bütün eleştirilerin dikkatle incelenmesi gerektiğini ve «tarihin sonu ve son insan» konseptinde bir takım boşlukların bulunduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu kapsamda ABD’de başlayan bilişim devrimini bunun yarattığı yeni ekonomik düzeni de incelememiz gerekir. Enformasyonel kapitalizm diye adlandırabileceğimiz bu sistem sosyal, kültürel yaşamı ve rejimleri de kökünden etkileyeceğine hiç şüphe yok. Marx nasıl endüstri çağının işleyişini deşifre ettiyse, Manuel Castells’in yeni ekonomik modeli açıklamaya yönelik analizlerini de göz önüne almak gerekir. Bu yüzden, -bana göre- Marx’ın görüşlerinin geçerliliğini yitirmesine neden olacak ekonomik değişimin başladığını not etmem gerekir. Teknoloji yine tarihsel ilerlemeyi sağlayacak ve kaderimizi tayin etmeye devam edecektir. Endüstriyel ideolojinin yarattığı tüm o fikirlerin (stalinizm, marksizm, faşizm, nasyonal sosyalizm, Türkiye özeline kemalizm) anlamsızlaştığını da söyleyebiliriz. Örneğin kemalizm devleti ilk plana koyup dayanışmacı(solidarity) ,kollektivist ve otoriter bir cumhuriyet planlamıştı. O dönemdeki modern endüstriyel rejimlerin bir kopyası olmasına rağmen bireyin ön plana çıktığı yeni ekonomik, sosyal düzende geçerliliğini yitirmiştir.

 

Ömer Yörük