80’li yılların sonlarında, 90’li yılların başlarında onları Ortaköy pazarında takı satarken, ya da -o dönemi yaşayanlar bilir- Taksim’de PTT’nin önünde kaset satarken görebilirdiniz. Kimilerine göre “marjinal”, kimilerine göre “entel, dantel” diye tabir edilen, eğitimli ya da eğitimsiz ama toplumun dayattığı normlar dışında yaşayan, kılık kıyafetine “özen göstermeyen”, “saçı sakalına karışmış”, “bohem” insanlarla karşılaşabilirdiniz. Düzgün bir işleri olmamakla birlikte, sanat, müzik gibi uğraşıları olan, bir iş bul-evlen- çocuk yap gibi dayatılan normların dışında yaşamayı tercih eden bir insan grubu vardı. Kimseye bir zararları olmamakla beraber, toplum içinde çok saygı görmeyen, dışlanmış, olsa olsa uzaktan azıcık sempati duyulabilen insanlardı bunlar. Bugünün Türkiye’sinde bu insanları daha az görüyoruz.

O dönemin “bohem/marjinal” diye tabir ettiğimiz bireyleriyle bugün “hipster” diye tanımladığımız insanlarını karıştırmamak gerekiyor. Hipster günümüzde çok moda bir terim, moda olduğundan dolayı hipster denince akla ilk olarak bir görüntü, bir giyim kuşam tarzı geliyor aklımıza. Erkeklerde uzun ama bakımlı sakal, dar kesim pantalon, belki çiçek desenli gömlekler hipster olabilmenin olmazsa olmazları.

Tabi “hipster” olmak sadece bir görüntüden ibaret değil. Çevre konusunda duyarlı olmanız, organik besinlere ilgi duymanız ve organik beslenmeniz, kurumsal bir işiniz olsa bile öyle çok da parada pulda gözünüzün olmaması gerekiyor. Çevreci olmak zorunda olduğundan hipster’ın vazgeçilmez aksesuarlarından biride bisiklet. Tabi gözleri bozuk olsun olmasın kalın çerçeve gözlük vazgeçilmez bir aksesuar. Moleskin defteri ve kurşun kalemide unutmayalım lütfen.

Bir diğer önemli unsurda retro merakı. Dinlediği müzikler, giydiği kıyafetler, kullandığı aksesuarlar günümüzün modasını değil ama 70’lerin, 80’lerin, bilemediniz 90’ların modasını yansıtmak zorunda. Müzikal anlamda Joy Division, Smiths, Fairground Attraction, Jeff Buckley dinlemek hipster raconuna uygun örneklerden diyebiliriz.

Hipster iseniz ister istemez birazcık da “geek” siniz demektir. Elinizden akıllı telefonunuz ve Ipad’iniz düşmüyor demektir. Sürekli yeni “app”ler peşindesiniz, takip ettiğiniz enteresan podcast’ler var demektir.

Hipster’lık hayata karşı bir duruş, bir yaşam tarzı, bir felsefe olarak da algılanabilir. Hipster müessesiyle ilgili en büyük sıkıntı kanımızca maalesef biraz “cinsiyetçi” kalması. Erkek hipster’ları tarif edebilmek için elimizde yeterince parametre olmakla beraber “kadın hipster’ları” tanımlamak için yeterince bulgumuz yok. Hipster kadını -yoksa hipster’lık sadece erkeklere mahsusu bir olgu mu?- tıpkı erkekler gibi, retro giyinmeli, çevreye karşı duyarlı olmalı ama “hipster kız” ile “tiki kız” arasındaki farkı bulabilmek ayrı bir uzmanlık gerektiriyor!

Dövme konusuna gelince Hipster olabilmek için dövmelerinizin olması şart mı? Bu konuda herhangi bir kaynağa rastlayamadık.

Üzerinde sosyolojik inceleme yapılması gereken bir fenomen hipster’lık. Her ne kadar kökenleri 1940-50’lilerin amerikasına dayansa da, son 10 yılda Paris’ten Londra’ya; Berlin’den İstanbul’a, Stockholm’den Prag’a, Toronto’dan Sao Paolo’ya bu kadar süratle yayıldığını anlamakta güçlük çekiyor herkes. Hipster’ların Avrupada’ki başkentinin Berlin olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yazıda hipster kültürünün temelini oluşturduğunu düşündüğümüz, tüm hipster’ların çok sevdiği, bazı karakterlerin -daha henüz hipster kavramı ortaya bile çıkmadan- hipster yaşam tarzına ilham vermiş olduğu bir kaç film önermek istiyoruz.

Hipster’lığı yakından tanımak ve belkide hipster olup olmadığınızı anlamak için(*) işte size bir kaç film:

1/ HER

Spike Jones’un filminde başroldeki Joachim Phoenix tam bir hipster, görüntüsünden, giyinişine, teknoloji merakına, kafa karışıklığına kadar. Günümüz insanın yalnızlığı, teknoloji bağımlılığı çok güzel işlenmiş filmde.

2/ 500 DAYS OF SUMMER – AŞKIN 500 GÜNÜ

kız ve oğlan tanışırlar. çocuk aşık olur. kız aşka inanmaz.”
Mükemmel bir soundtrack, iyi oyunculuklar, hayatına yön vermeye çalışan kafası karışık genç bir adam (o kadar karışık ki akıl hocası 8 yaşındaki küçük bir kız), eğlenceli bir romantik komedi. Joseph-Gordon Lewitt’in canlandırdığı karakter tam bir hipster.

 

3/ FRANCES HA

Noah Baumbach’ın siyah/beyaz çektiği bu film tam bir hipster filmi, üstelik bu sefer hipster’ımız bir kadın. Filmi izlerken Frances karakterini canlandıran Greta Gerwig’e aşık olmaktan kendinizi alamıyorsunuz.
şehirde kendinize bir yer açmak gerçekten zordur. herkes her yerdedir. herkes sizin yaptığınızı zaten yapıyordur. herkes her şeyi daha iyi biliyordur ve hayatları da -görünürde- çok daha güzeldir. neden o şehirde yaşamaya devam etmekte ısrarlı olduğumuzu, kendimize ve çevremizdekilere sürekli kanıtlayarak geçen bir yaşam tarzını benimsemek zorunda kalırız…

 

4/ GARDEN STATE

Zach Braff’ın yazıp-yönettiği-başrolünü üstlendiği harika bir film. Bol bol otobiyografik unsurlar içeren filmde, oyunculukla şöhreti yakalamış Zach’ın doğup büyüdüğü kasabaya dönüp çocukluk arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelmesini anlatır film. Bu geri dönüş ana karakterimize aslında hayatında çok fazla bir şeyin değişmediğini, şöhret olup “başarılı” olmuş gibi görünse de, kendini “looser” gibi hissetmekten kaçamadığının farkına varır. Filmin müzikleri tek kelimeyle harika, kaçırılmaması gereken bir hipster filmi.

 

5/ TÜREV “gerçekler yalanların türevidir”

Kadın-erkek ilişkileri, dürüstlük “Türev” filmi diyaloglarıyla ve işlediği konu ve konularla “Cihangir tayfasına” yönelik tam bir hipster filmi, en iyi yerli hipster manifestosu..
Ulaş İnanç’ın 2005 yılında dijital kamerayla çekmiş olduğu bu film sonrasında Antalya film festivalinde Altın Portakal’ı kazanarak bazı tartışmalara konu olmuştu. Özellikle filmdeki Nazım karakteri tam bir hipster, reklam metin yazarı, konserleri takip ediyor, ama içinde her gün biraz daha büyüyen bir sahtelik duygusu var ve bundan çok rahatsız oluyor.

 

6/ BREATHLESS / SERSERİ AŞIKLAR

Esasen “nouvelle vague” yani yeni dalga akımına ait tüm filmleri hipster filmografisine dahil edebiliriz, bu filmler retro olduklarından tam da hipster damak tadına uygun oldukları söyolenebilir, ancak “A BOUT DE SOUFFLE” hem Jean Luc Godard’ın, hem de yeni dalga sinemasının başyapıtı olarak tanımlanabilen bir film. Film Yeni Dalga akımının başlamasına sebep olmuş bir filmdir daha net bir şekilde ifadse etmek gerekirse.
(…)bir ilişki hakkındaki basit bir hikayeyi konvensiyonel sinemaya meydan okuyarak ve geçmiş sinema birikimine bir sürü gönderme yaparak yapmıştır. bir aşk filmi olarak izleminin yanı sıra bir sinema makalesi olarak da okunabilir. oyuncular konuşmalarını doğaçlama bir şekilde ve yer yer birbirlerinin sözünü keserek yapmaya itilmiş ve uzun dialoglar bu şekilde gelişmiştir.

 

7/ BEKLEME ODASI

Zeki Demirkubuz sineması denince akla ilk olarak “Masumiyet” gelir ancak
Bekleme Odası hayatı sorgulama, anlam arayışı,  sanatsal üretim gibi konuları
kendine dert ediniyor, Zeki Demirkubuz yazıp yönetmekle kalmayıp, başrolde oynuyor.
Başkalarına göre idealist ve ilkeleri için yaşayan ama kendisine göre inançsız ve kibirli bir insan olan yönetmen Ahmet, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını filme çekmek istemektedir. Hem çekeceği filme hem de sevgilisi Serap ve yaşadığı hayata karşı nedensiz bir kayıtsızlık içinde, kendini evine kapatmış, adeta bir münzevi gibi yaşamaktadır. Bütün bunlar olurken asistanı Elif, filmin hazırlık çalışmalarını sürdürmekte ve romanın kahramanı Raskolnikof’u oynayacak kişiyi aramaktadır.

 

8/ LOST IN TRANSLATION

Belkide en iyi hipster filmi ya da hipster’ların en sevdiği filmlerin başında geliyor.  Herşeyden önce filmi seyredince Japonya’nın başkenti Tokyo’ya seyahat etmek istiyorsunuz. Lost in Translation, orta yaşlarında ve muhtemelen orta yaş krizine girmiş “evli-mutlu-çocuklu” bir adamın (Bill Murray) 20’li yaşlarda genç-güzel ve fotoğrafçı eşi tarafından bir hayli ihmal edilen bir hanımefendi(Scarlett Johannson) arasındaki “arkadaşlığı” ele alıyor. Aralarındaki arkadaşlık “özel bir bağ”a dönüşüyor, birbirlerine iyi geliyorlar. Tüm bu yaşananlar ve yaşanabilecekken yaşanamayanlar yapyabancı bir ülkede, kendilerini tamamen yabancı hissettikleri Tokyo’da geçiyor. Bill Murray’nin performansı 10 üzerinden 10’luk. Filmin senaryosunu yazan ve yöneten Sophia Coppola. Filmde Scarlett Johansonn’un foroğrafçı eşi olarak gördüğümüz karakter gerçek hayatta Sophia Coppola ile evli kalmış olan Spike Jonze’u bize çağrıştırıyor. Sophia Coppola belkide bu filmle, hem başarısız olan evliliğinden ve Spike Jonze’dan intikam alıyor bir nevi. Bir diğer yandan da Lost in Translation filminin başarısıyla beraber babasının soyadını taşımanın verdiği yükten kurtulup tüm dünyaya Coppola soyadının ötesinde çok başarılı bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor. 
Aynı zamanda listemizde yer alan “Her”filmininde yönetmeni olan Spike Jonze’un film endüstrisinin en “hipster” yönetmeni olduğunu hatırlatalım.

 

9/ JULES ET JIM

François Truffaut’nun 1962 yılında çekmiş olduğu bir başyapıt. Bir klasik. 2 erkek ve bir kadın’ın arkadaşlık/dostluk hikayesi. Ama tabi hikaye de iki erkek ve bir kadın olunca muhtemelen işin içine aşk girecek ve belkide bu dostluk sonsuza kadar bozulacak. Jeanne Moreau oyunculuğuyla kendisine hayran bıraktırıyor.

 

10/ ANNIE HALL

Woody Allen’ın pek çok filmi hipster dünyasına bir bakış olarak görülebilir. New York’ta yaşayan enetellektüel kesimi anlatır filmlerinin çoğu. Ama Annie Hall filminin yeri bir başkadır. Woody Allen’ın canlandırdığı Alvy Singer zamanından önce bir hipster’dır.

 

Alvy Singer’ın sinemanın önünde beklerken mahalleli tarafından “ünlü” biri muamelesi görme sahnesi kült bir sahnedir:)

11/ REALITY BITES / GERÇEKLER ACIDIR

Ethan Hawke’ın canlandırdığı Troy karakteri hipster’lığa ilham verecek cinsten. Ergenlikten döneminde izlediyseniz film uzun yıllar duygusal hayatınıza yön vermiş olabilir. Winona Ryder’ın en “çıtır” dönemi. Ben Stiller’ın canlandırdığı karakter ise o dönem hiçbirimizin asla “dönüşmek” istemediği insan tipi. Soundtrack harikadır. İzlemelisiniz.

 

12/ SİNGLES

Bir Cameron Crowe filmi olan Singles 90’lı yılların başında Seattle’da geçiyor ve “Grunge” akımını en iyi yansıtan film olarak da biliniyor. Filmde “Alice in Chains”, Pearl Jam, Stone Temple Pilots ve daha nice Grunge akımının öncüsü sayılabilecek grubu sahnede görüyorsunuz ve /veya misafir oyuncu olarak ekranda görünüyorlar. Müziği merkezine alan bu harika filmde, kadın erkek ilişkileri, sevgili olmak/komşu olmak, sevmek/sevilmek, 20’li yaşların sonlarında hayatına yön verme konusunda kafası karışık olan gençlere müthiş bir şekilde hitap ediyor. Kaçırılmaması gereken bir film.

 

13/ ALMOST FAMOUS

Yine müziği merkezine alan ve yine bir Camerone Crowe filmi. Müzik yazarı genç bir delikanlının o dönemin meşhur bir rock grubunun peşine takılıp turneye dahil olmasını anlatan masalsı bir film. Herkesin hayalini süsleyen bir yaşamı, Rock grubu ile birlikte takılmak, onların turnesini takip etmek, “cool” olmak çok genç bir delikanlının gerçekleştirmesi. Camerone Crowe’un otobiyografik bir çalışması.Tıpkı yakın zamanda çekmiş olduğu “Roadies” dizisi gibi Crowe’un bu filmini izledikten sonra uzuzn süre kendinize gelemeyeceksiniz ve muhtemelen yaptığınız işi bir an önce bırakıp müzik sektöründe çalışmak isteyeceksiniz. 

 

14/ HIGH FIDELITY / Ölümüne Sadakat

Nick Hornby’nin romanından uyralanmış olan film. Roman İngiltere’de geçerken, film ABD Chicago’da geçiyor. Plak dükkanı sahibi ana karakterimiz. Sürekli kendine “playlist” hazırlıyor ve insanları müzikal zevklerine göre değerlendiriyor, yargılıyor hem de acımasızca. İlişkiler konusunda son derece kafası karışık. Müzik hayatında hep var ama müzisyen olmaya hiç heves etmemiş. Yeni çıkan albümleri takip etmek, konserler organize etmek ve genç yeteneklerin menecerliği/yapımcılığını yapmak onun hayali. Müzikal referanslar ders niteliğinde. Tam bir hipster filmi. Benim şahsen “beni en çok etkileyen” filmler listemde daima ilk 5’te(!).

 

15/ SONG TO SONG

Müthiş bir cast’ı olan, bol müzikli, bol şarkılı deneysel bir film. Ryan Gosling ve Michael Fassbinder süper karizma, Rooney Mara göz kamaştırıyor. Benicio del Toro, Val kilmer … bir yandan da ünlüler geçidi, konu o kadar önemli değil ama görsel bir şölen. 

 

16/ FOUR WEDDINGS & A FUNERAL / DÖRT NİKAH VE BİR CENAZE

Doksanların Romantik-komedi türününü en güzel örneği. Hugh Grant-Charles, hayatını yaşayan kimseye bağlanmak istemeyen, -çünkü bağlanırsa kalbi kırılabilir- “heartbreaker” bir arkadaş, arakadaşları evlenirken onlara acfıyarak bakıyor. Gittiği her nikahta amerikalı dünyalar güzeli Carrie ile (Andie Mc Dowell) karşılaşıyor.
Hipster kültürüne çok uygun bir film, Carrie’nin Charles’a eski erkek arkadaşlarını anlattığı sahne (!) -muhtemelen Charles’ın Carrie’ye aşık olduğu an- kadın/erkek ilişkilerini anlatan en kült film sahnesi olabilir.

 

(*) Bu filmlerin hepsini seyredip beğendiyseniz ya da seyredince çok beğenip kendi yaşantınızdan bir şeyler bulacak iseniz eğer siz bir hipster’sınız ve sakal uzatmaya başlayabilirsiniz.