Yeni bilişim ve ağ teknolojileri, bildiğimiz anlamıyla kent olgusunu her geçen gün değiştirmekte. Ben de incelemem boyunca bu değişikliklerden ve yeniliklerden söz etmeye çalıştım. En çok yararlandığım kaynak Manuel Castells’in yazdığı üç ciltlik eserin ilk kitabıydı: Ağ Toplumunun Yükselişi. Her ne kadar sanayi dönemine dair birçok türkçe kaynağa erişebilmek mümkün olsa da enformasyon teknolojilerinin yarattığı etkileri sosyal bilimler çerçevesinde ele alan çok fazla türkçe eser bulunmuyor. Olanların çoğu da zaten çeviri.

Yazının başında enformasyonelizm kuramının geliştiricisi olan Manuel Castells’in genel teorilerine yer verdim; enformasyonelizm, enformasyonel kapitalizm, akışlar uzamı nedir, bunları açıklamaya çalıştım. Genel konseptinden bahsettikten sonra ?Enformasyonel kent? olgusunu birkaç başlık altında incelemeye başladım. Enformasyonel kent nedir? Nasıl ortaya çıkar? İşlevleri ve fonksiyonel özellikleri nedir? Küresel ekonomideki rolü nedir? Bireylerin hayatlarını nasıl etkiler? Yeni yapılanma süreci nasıl olur? gibi soruları bu bağlamda kendimce cevaplamaya çalıştım.

 

Enformasyonel kentler

Çalışmayı 5 başlık altında inceledim:

  • Gelişmiş hizmetler ve küresel kentler
  • Yeni uzam yapılanması
  • Oksijenin yerini elektronların aldığı ortam: Dijitalleşen Hayat
  • Kent formunun dönüşümü
  • Uzamın sosyal teorisi

Bilgi, 21. yy’ın merkez konusunu oluşturuyor, tıpkı 20. yy’da sermayenin oluşturduğu gibi. İnternet ve cep telefonlarının yaygın kullanımından dolayı bugün birçok yerde bilgi çağında yaşandığımız söylenmekte . Fakat ?bilgi çağı? adını verdiğimiz kavram net bir şekilde tanımlanmamıştır. Her ne kadar şu an ki ekonominin enformasyon ekonomisi olduğu söylense de hala bugünün toplumunu tanımlayan evrensel bir tanım yoktur. Gerek akademik alanlarda, gerek gündelik konuşmalarda bu dönem için kullanılan çeşitli kavramlar vardır. Bunlar: bilgi toplumu, küresel şehir, dijital toplum, ağ toplumu, post-endüstriyel toplum. Bu kavramlardan bazıları aynı fenomeni tanımlamaktadır.

 

Enformasyon ekonomisi veya ağ ekonomisinin konsepti enformasyon teknolojileriyle yakından ilgilidir. Enformasyon ekonomisi, yalnızca enformasyon teknolojilerinin yoğun kullanımını belirtmez; aynı zamanda bireylerin çalışma, üretim ve tüketim biçimlerinde de etkili olur. Dolayısıyla tekno-ekonomi paradigması üzerine kurulu ağ toplumlarını anlamak isteyen biri yeni enformasyon teknolojilerini de anlamak zorundadır.

 

Castells, yeni ekonominin enformasyonelizm üzerine kurulu olduğunu söyler. Enformasyonelizm; mikroelektronik, yazılım, genetik mühendisliğindeki gelişmelere bağlıdır ve insanların bu bilgileri işleyebilme kapasitesi sistemi tanımlar. Önceki dönemde de gazete, radyo ve televizyon gibi iletişim araçları vardı fakat endüstriyel ekonominin gelişiminde ana rol onlara ait değildi. Oysa ki yeni enformasyon ekonomisi ağların kapasitesine bağlıdır. Nasıl ki sanayi toplumu elektrik veya kömür olmadan gelişimini sağlayamıyorsa, yeni teknolojilerin sağladığı imkanlar olmadan yeni ekonomi de işleyemez.

 

Nasıl ki sanayi ekonomisinde de üreticilerden perakendecilere doğru oluşan bir değer zinciri varsa benzer bir yapılanma enformasyon ekonomisinde de vardır. Castells, enformasyonel kapitalizmin 4 katmandan oluştuğunu söyler. İlk katman telekomünikasyon şirketleri (Vivendi, AT&T, SoftBank, Türk Telekom), İkinci katman ? internet altyapısını üreten şirketler (web yazılımı ve hizmeti üreten şirketler). Üçüncü katman; e-reklam, paralı üyelik(bilhassa video oyunlarında vardır). Dördüncü katman: E-ticaret (türkiye’de bu konuda iyi ? gittigidiyor,hepsiburada). Bu çerçevede üretim, iktidar ve kültürel kodların gelişimi toplumların ve bireylerin teknolojiyi kullanma kapasitelerine bağlı hale gelmiştir. Tüm bu gelişmeler hayatın bütün toplumsal ve ekonomik alanlarını değiştirmektedir.

 

Manuel Castells, enformasyonelizm kuramını anlatırken iki önemli terminoloji kullanır: Akışlar uzamı ve zamansız zaman. Castells, uzam ve zamanın bir arada bulunduğunu, birbirleriyle etkileşim içerisinde olduğunu belirtir ve klasik sosyal bilimler kuramlarının aksine ağ toplumlarında uzamın zamanı organize ettiğini savunur. Neticede bugün köyde yaşayan bir bireyin zaman algısı ile kentte yaşayan birinin zaman algısı birbirlerinden farklıdır. Köyde yaşayan kişi hareketlerin daha yavaş olduğu, üretim ve çalışmanın daha nadir olduğu bir yaşam döngüsü içerisindeyken, kentte yaşayan biri gerek yoğun ve sürekli hareket halinde olan dinamik nüfustan dolayı, gerek yüksek ve sürekli binaların içerisinde kendini kaybolmuş, sürekli bir yere yetişmesi gereken akarsudaki bir su kütlesi gibi görür.

Nitekim tarihsel değişmeler ve toplumsal olaylar sonucunda bu iki birleşik oluşum sürekli bir dönüşüm geçirmektedir. Yine de bu dönüşüm, çoğu zaman beklenen profili göstermeyebilir. Örneğin bazı sosyal bilimciler, ileri telekomünikasyon gelişmeleri sonrasında hiçbir faktör belirleyici rol oynamadan hemen her yerin birer çalışma alanı hale gelebileceğini öngörmüştü ve sosyal kuramcılar eve giren elektronik iletişim araçları sayesinde kalabalık, mega-kent oluşumların sonlanacağını ve toplumsal etkileşimlerin dijitalleşmesiyle azalacağını sanıyorlardı. Ancak Mitchell Moss’un yaptığı yaptığı araştırmaya göre bu beklentilerin tersi yaşandı. Örneğin Fransız Minitel şirketi 1990’ların başında kalabalık kentli ortamda bilgisayarlı iletişim sistemini uygulamaya soktu. Fakat bu iletişim aracı, toplumsal etkileşimi azaltmadığı gibi öğrencilerin hükümete karşı daha organize sokak gösterileri düzenlemelerini sağladı. Ya da güncel bir örnek verecek olursak, Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlar aracılığıyla Orta Doğu ülkelerindeki toplumlar siyasal olaylarda daha etkin olmayı başardılar.

Stephen Hall’a göre küresel ve enformasyonel ekonomi, şirketlerin her türlü faaliyetlerini yönetebilecek ve yenileyebilecek şekilde kontrol merkezleri etrafında örgütlenmiştir. Finans, sigortacılık, danışmanlık, reklamcılık, tasarım, pazarlama, bilgi toplama gibi tüm hizmet faaliyetlerinin yanı sıra bilimsel yenilikler, imalat, enerji ya da başka tür hizmetler bütün ekonomik süreçlerin temelindedir. Alfred Norman’a göre bu türdeki bütün hizmetler bilgi üretimi ve bilgi akışına indirilebilir. Diğer yandan bu tarz ileri hizmetler, birçok ülkede istihdam ve gsyh paylarını ciddi oranlarda arttırmıştır. Bu gelişmiş hizmetler, dünya coğrafyasının dört bir köşesine yayılmışlardır fakat aynı zamanda bu tarz faaliyetlerin komuta merkezleri belli başlı birkaç metropolde yoğunlaşmıştır. Saskia Sassen’in küresel kentlere dair yaptığı araştırmada New York, Tokyo ve Londra’nın uluslararası finans sektörünü domine ettiğini belirtilmektedir. Bahsedilen üç merkez tüm saat dilimlerini kapsadığı için finansal faaliyetler konusunda tek bir birim gibi çalışır. Ancak Chicago, Hong Kong, Paris, Amsterdam ve Zürih gibi başka önemli finans merkezleri de bulunmaktadır. Bu listeye ?yeni ortaya çıkan? Madrid, Sao Paulo, Moskova, İstanbul gibi şehirler de eklenebilir.

 

Gelişmiş hizmetler ve küresel kentler

Küresel ekonomi kapsadığı coğrafi alanları arttırdıkça yeni piyasaları bünyesine katar ve yeni piyasaların gelişmesini sağlar. Örneğin Castells’e göre Madrid, bu konuda verilebilecek en güzel örneklerden birini teşkil eder. 1986’da İspanya, Avrupa Birliği’ne üye olarak birçok alanda diğer piyasalarla entegrasyon sürecine girmiştir ve 1982 ile 1988 yılları arasında yabancı yatırımcıların hisse alımlarının toplam sayısı 4,494 pesetadan 623,445 milyon pesetaya (eski ispanyol para birimi) yükselmiştir. Emlak satışları konusunda da New York ve Londra şehirlerinde yaşananlara benzer bir alım-satım grafiği çizmiştir. Bunun sonucunda kent, hem şehir merkezinde değerli arazilerin doldurulması, hem de hızlı bir banliyöleşme süreciyle derinden bir dönüşüm geçirmiştir. (Benzer gelişmeleri İstanbul’da da gözlemleyebilmek mümkündür).

Ricardo Cappelin’in yaptığı araştırmanın sonucuna göre kent merkezleriyle çevre bölgeler arasında eşitsizlikler artmıştır. Ağ mimarisi sonucunda bölgesel ve yerel bölgeler kendilerini yeniden tanımlar ve yeni roller üstlenir ya da tamamen işlevsiz hale gelir. Örneğin Mexico City’de gecekondular nüfusun üçte ikisini oluşturur ancak bu olgu kentin uluslararası piyasalardaki rolüne herhangi bir özellik katmamaktadır.

 

Ronald Michelson ve James Wheeler’ın 1994’te küresel ekonomide bilgi akışını inceleyebilmek için Federal Express’in kargo trafiği verilerini incelemiştir. Bu analiz sonucunda şu sonuca ulaşmışlardır (Amerika’dan Kanada’ya 3800, Brüksel’e 3300, Puerto Rico ve Londra’ya 1890, Tokyo ve Hong Kong’a 1200, Sydney ve Güney Afrika’ya 300 paket gönderilmiştir): Bazı merkezlerin hakimiyeti zaman içinde artmaktadır (New York ve Los Angeles) ve komuta ve kontrol işlevlerinde hiyerarşik bir yapı güç kazanmaktadır. Bilgi akışının belli merkezlerde yoğunlaşmasının birincil sebebi ise piyasaların küreselleşmesi, teknolojik değişim ve yasal serbestleşmeden kaynaklanmaktadır. Ancak küreselleşme sürecinde de yerel olarak güçlü ekonomiler fonksiyonel özelliklerini koruyacaktır. Yine de uluslararası kentler arasındaki rekabet, ekonomik oyunun kurallarını değiştirecektir. Neticede kentler, küresel ticarette yerel değil uluslararası ortamda rekabet eder ve faktörler (siyasal kriterler, yasalar) yerel bölgelerde olduğu kadar kolay olmadığı için kentlerin ancak sınırlı bir şekilde denetleyebildiği uluslararası etkenlere bağımlı kılar. Tabii tüm bunlarda dünyanın farklı yerlerinde farklı gelişmelerin gerçekleşmesine yol açmıştır. Dinamik denge, beklenmeyen sonuçlara neden olmuştur. Mesela 1990’ların başında Şangay ve Bangkok’da geniş çaplı bir büyüme yaşanırken, New York, Paris ve Madrid’de emlak konusunda ciddi finansal problemler yaşanmış ve inşaat faaliyetleri askıya alınmıştır. Fakat birkaç yıl sonra Asya’daki bir emlak krizi, Londra ve New York’taki gayri menkulun büyük bir değer kazanmasını sağlamıştır.

Peki neden ileri hizmetler metropollerde gelişir? Saskia Sassen küreselleşme sürecinde kentlere farklı roller biçer. Öncelikle kentler, komuta merkezi rolü kazanmıştır. Finans ve birçok alandaki kaliteli işgücüne sahip uzmanlar büyük metropollerde istihdam eder. Yenilik ve inovasyon yaratan üretim merkezleri bu bölgelerde bulunur ve tüketim için gerekli ürün ve hizmet piyasası da yine bu şehirlerde yer alır. Ayrıca yasadışı dinlemenin yaygın olduğu bir çağda yaşadığımız için şirketler hala yüz yüze görüşmeye önem vermektedir ve kentlerdeki gelişmiş ulaşım sistemleri de bu konuda önemli bir işleve sahiptir. Bir de bireysel olarak insanlar, sosyal statü, çocuklarının kaliteli eğitim alması ve sanat/eğlence etkinliklerinden dolayı büyük kentleri tercih etmektedir. Tabii tüm bu gelişmeler kentlerin içerisinde yeni iş merkezlerinin inşa edilmesini de sağlayabilir. San Francisco’da Walnut Creek, Londra yakınlarında Reading ya da Paris’te Champs-Elysées’nin karşısındaki La Defense gibi. La Defense’ı görmüş biri olarak, Champs-Elysées’nin tarihsel dokusu bir yana, o bölgenin işlevsel ve görsel dinamizmi beni daha çok etkilemişti. Champs-Elysées sanki kitaplardan gördüğüm için ?ziyaret edilmesi gereken müze? gibi bir mekan algısı yaratırken La Defense bende insanların yaşadığı ve her türlü faaliyetini gördüğü metropol olgusunu yaratmıştı.

Küreselleşme sürecinde ileri hizmet faaliyetlerinin belli noktalarda yoğunlaşmaları ya da merkezden uzaklaşma süreçleri para ve bilgi akışının değişken yapısından kaynaklanmaktadır. Her ne kadar tarihe baktığımızda üst düzey komuta merkezlerinin ve iktidarların dağılışı kritik bir öneme sahip olsa da yeni dönemde sistemleri önplana çıkartan özellik kentlerin çok yönlülüğüdür. Castells bunu küresel kentlerin bir mekan değil, süreç olmasına bağlar.

 

Yeni uzam yapılanması

Berkeley California Üniversitesi’nin araştırmasına göre mikroelektrik ve telekomünikasyon teknolojileri, üretim sürecinin farklı yerlere dağıtılmasına yol açar. Yüksek teknoloji imalatı, geleneksel imalattan çok daha farklı bir kompozisyon yapısına sahiptir. Bu tarz bir yapıda üretim iki kutup arasında örgütlenmiştir: Fordist ve toyotist üretim biçimi terminolojisinden aşina olduğumuz kaliteli ve teknolojiye dayalı işgücü ile üretim bandı ve destek faaliyetleriyle uğraşan niteliksiz işgücü. Otomasyon, her ne kadar niteliksiz işgücü kesiminde çalışan işçi sayısını azaltmış olsa da üretim hacminin değişken dengelerinden dolayı bu kitlenin istihdamı hala sağlanmaktadır.

Tabii hem ekonomik olarak, hem de sosyal bağlam çerçevesinde toplumsal açıdan bu iki iş grubunun aynı ortamda bulunmaları uygun değildir. Nitekim bilhassa hafif ürün geliştiren küresel Amerikan elektronik şirketleri, hem bu çerçevede, hem de sağladığı diğer avantajlardan dolayı (ucuz işgücü) üretimi başka ülkelerde gerçekleştirmektedir. Apple’ın Çin’deki Foxconn şirketinde üretim yapması gibi. Sırayla tanımlayacak olursak, hem mikroelektronik, hem de bilgisayar üretim sürecinde her bir operasyon için farklı yerleşim yerleri aranır: Araştırma-geliştirme faaliyetleri, yenilikler ve prototip üretimi merkez bölgelerde gerçekleştirilir. Nitelikli üretim, genelde ülkenin yeni yeni sanayileşmekte olan bölgelerinde yoğunlaşır. Bu konuda ABD’de Batı eyaletlerindeki şehirler tercih edilmiştir. Yarı nitelikli, geniş ölçekli üretim bandı ve deneme çalışmaları için Çin, Singapur ve Malezya gibi ülkeler sektörün oluşmaya başladığı zamandan beri Amerikan elektronik şirketleri tarafından tercih edilmektedir. Satış sonrası bakım ve teknik destek işleri için ise dünya çapında bölgesel merkezler oluşturulur. Amerika, Batı Avrupa ve Asya bu konuda hemen hemen aynı sıradadır. Son dönemde Asya daha da yükselmiştir. Rekabet, üretimde öncü Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın, Amerika’ya göre geç de olsa, üretim alanlarını başka ülkelere kaydırmalarına sebep olmuştur.

 
Teknopol, yani yüksek teknolojinin başını çektiği yenilik kentleri karşımıza farklı şekillerde çıkıyor. Birçok ülkede başlıca teknopoller aslında metropoller bölgelerinin bünyesinde (sanayinin devamı olarak) bulunmaktadır. Tokyo, Moskova, Nice-Sophia Antipolis (içerisinde 1,400’den fazla bilişim şirketi barındıran bölge, şu an Fransa’nın Silikon Vadisi), Singapur, Şangay, Sao Paulo, Barcelona gibi kentler bunlara örnektir. Ancak teknoloji üreten bazı merkezler oldukça yenidir. ABD’de bulunan Silikon Vadisi, Boston’daki Route 128, Güney Kaliforniya teknopolü, Seattle ve Austin gibi şehirler büyük ölçüde enformasyon teknolojisine bağlı olarak gelişen bölgelerdir. Bu bölgelerin gelişimi için sermaye, işgücü, hammadde gibi unsurlar bir tür kurumsal girişimci tarafından bir araya getirilir ve belli bir toplumsal örgütlenme biçimine göre yapılandırılır. Bu bölgelerin hammaddeleri, Harvard Üniversitesi, Stanford Üniversitesi ya da MIT gibi mühendislik araştırma okulları gibi başlıca yenilik merkezlerinde üretilir. Bu tarz merkezlerde işgücü, birçok okuldan çok sayıda yüksek nitelikli bilim insanı ve mühendisin bir araya gelmesiyle oluşur. Sermaye ise farklı risk yatırımlarına göre ayarlanır. Ya askeri zorunluluklar ya da getirisi yüksek riskli girişimler yatırıma ön ayak olur. Son olarak, farklı türden toplumsal ağlar, yenilik ortamı ve dinamizmi oluşturur. Yaratıcı düşüncelerin iletimi, işgücü dolaşımı, teknolojik yenilik ve girişimcilik bu ağlar sayesinde gerçekleşir.

 

Oksijenin yerini elektronların aldığı ortam: Dijitalleşen Hayat

Elektronik iletişim ve enformasyon alanındaki teknolojik gelişmeler; çalışma, alışveriş, eğlence, sağlık, eğitim, kamu hizmetleri, finans gibi gündelik hayatın bazı işlevlerini de farklı bir biçime dönüştürmektedir. Bazı fütürologlar, bu işlevsel dönüşüm sonucunda bizim bildiğimiz şekliyle kentlerin değişeceğini söylüyorlar. Öncelikle gündelik hayatımızdaki pratiklerin alacağı yeni biçimleri inceleyelim:

Enformasyon teknolojileriyle beraber sosyal bilimciler e-çalışma modelinin giderek artacağını düşünmektedir. Metropollerdeki ulaştırma ve şehir planlamacıları için öngörülen bu model, mega-kentlerdeki birçok problemin tek çözüm yolu olarak gösterilmektedir. Her ne kadar başlangıçta bu öngörülen değişim, beklendiği kadar hızlı gerçekleşmemişse de (Avrupalı bir araştırmacı 1988’de ?Tele-çalışmayla ilgili incelemeler yapan insanların sayısı, gerçekten tele-çalışan insanların sayısından daha fazla? diye yazmıştır) ilerleyen yıllarda bu çalışma modelini kullanan kişilerin sayısı giderek artmıştır. Başlangıçta bu modelin benimsenmemesinin elbette farklı nedenleri var (çalışan topluluğun klasik materyallere olan bağlılığı ve yeniliklere mesafeli bakmaları gibi), nitekim 1991’de yapılan bir araştırma Amerika’da 5,5 milyon e-çalışanın olduğunu göstermektedir. Ancak bunların yalnızca %16’sı aktif olarak tam anlamıyla bu modeli kullanmaktadır. İlginç bir veri ise e-çalışanların yalnızca yarısının bilgisayar teknolojilerinden faydalandığıdır. Geri kalan kısım telefon, kağıt ve kalem kullanmıştır. Güncel verileri incelediğimiz zaman ise 2008’de ABD’de e-çalışan sayısının 18 milyona ulaştığını ve 2015’e kadar bu sayının 27 milyonu geçeceği düşünülmektedir (IDC ? International Data Corporation’ın verilerine göre). Artık büyük bir çoğunluk bilgisayar teknolojilerini tercih etmektedir. Bu noktada belirtmekte fayda var, Manuel Castells’e göre evden yarı zaman çalışmak mevcut teknolojilerin değil, esnek çalışma modelli üretim sürecinin bir sonucudur.

 
Peki bu gelişmeler kentlerdeki yaşamı nasıl etkilemektedir? Analizler bize gösteriyor ki kentlerdeki ulaşım sorunları çözüleceği yerde giderek daha da artıyor çünkü ağlara dayalı yeni örgütlenme etkinlikleri arttırıyor ve hatta işgücünün daha fazla fiziksel hareketlilik kazanmasını sağlıyor. Dolayısıyla e-çalışma, kent yaşamını daha da dinamik ve hızlı kılıyor. Bu da sonuçta Paris, Madrid, Milano, Şangay, Bangkok, İstanbul gibi kentlerde ulaşım aksaklıklarının artması ve ev-iş arası gidiş geliş sürelerinin artması anlamına geliyor.

E-ticaret ve e-finans işlemleri de 2000’li yıllardan itibaren oldukça yüksek bir ivmeyle ekonomik hacimlerini büyütmeyi başardı. 2009 yılındaki verilere göre e-ticaretin yalnızca Amerika’daki ekonomik hacmi 160 milyar dolar. 2014’e kadar 240 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Amerika’da Amazon ve e-Bay gibi siteler, uluslararası piyasalarda tercih edilen popüler siteler. Nitekim Türkiye’de de geçtiğimiz günlerde (Nisan 2011) başarılı bir e-ticaret portalı olan Gittigidiyor’un %93 hissesi, e-Bay’e 240 milyon dolara satıldı. Birçok kişi banka işlemlerini de artık çevrimiçi olarak organize edebiliyor. Finansal işlemler otomasyon sürecine entegre edildiği için işgücünün verimliliği arttı ve zamandan tasarruf ediliyor. Artık internet, birçok finansal işlemde tercih edilen bir uzam olmayı başardı.

Sağlık hizmetlerinde de enformasyon teknolojisinin getirdiği yeniliklerden faydalanılmaktadır. Yüksek çözünürlüklü çevrimiçi videolu konferanslar sayesinde alanında uzman olan birçok doktor, kilometreler ötedeki başka bir doktora ameliyat esnasında yardımcı olabilmektedir ve yönlendirebilmektedir (insan vücuduna kılavuzluk ederek rehber görevi üstlenmektedir). Birçok sağlık merkezi yine teknolojinin ayrıcalıklarından faydalanarak gerekli tüm hasta kayıtlarını dijital ortamda saklı tutmaktadır. Bu da hastanelerdeki işgücünün verimliliğini arttıran başka bir kriterdir.

Eğitimde ise durum biraz daha farklı. Belki paradoksal ama enformasyon teknolojilerinden en az etkilenen kurumlar okullar ve üniversitelerdir. Eğitimde verimlilik, hala yüz yüze etkileşimle sağlandığı için bilgisayar destekli sistemler tercih edilmiyor. Bunun yerine çevrimiçi eğitim, klasik eğitimin tamamlayıcı bir unsuru olarak ele alınıyor.

 

 

Kent formunun dönüşümü

Sanayi devrimi sonrasında nasıl ki ortaya çıkan kentler, Manchester’ın birer kopyası olmamışsa, ortaya çıkacak yeni enformasyonel kentler de birer Silikon Vadisi veya Los Angeles’ın kopyası olmayacaktır. Bilgiye dayalı, ağlar etrafında örgütlenmiş, akışlardan oluşan bu yeni kent olgusu her şeyden önce bir form değil, bir süreç olarak gerçekleşecektir.

Yeni tarihsel dönemde ortaya çıkan kent biçimleri farklılık gösterebilmektedir fakat yeni küresel ekonomi ve enformasyonel toplum, çeşitli toplumsal ve coğrafi bağlamlarda mega-kentlerde gerçekleşmektedir. Birleşmiş Milletler’in koyduğu tanıma göre mega-kent, nüfus sayısı 10 milyonu geçmiş kentlere verilen addır. Bugün 26 tane mega-kent bulunmaktadır. Ancak mega-kentlerin başlıca niteliği büyüklükleri değil, küresel ekonominin merkezi olmasıdır. Manuel Castells’e göre bu kentler başlıca; küresel çapta yönetimin, yönlendirmenin ve üretim işlevlerinin olduğu, medyanın kontrol edildiği, iktidar siyasetinin yapıldığı, mesajların ve imgelerin yaratılıp dağıtılması yönündeki sembolik kapasitenin yoğunlaştığı yerlerdir. Mega kentler, küresel ekonomiye eklemlenir, enformasyonel ağlara bağlanır. Ayrıca bu kentler, güce sahip olanlarla, olmayanları, en iyiyle en kötüyü bir araya getirirler. Bu kentlerin başka bir rolü, yeni bir kentleşme biçimi yapan ise küresel ağlarla bağlantılı olmaları fakat yerel ölçekte fiziksel ya da toplumsal bağlantıların olmamasıdır. Bu yüzden mega-kentlerde işlevsel ve toplumsal hiyerarşiler bulanıklaşmış ve karışmıştır, bölünmeler yaşanmıştır.

Mega-kent olgusunu anlaşılır kılmak için Castells, Hong Kong’u örnek gösterir ve bu kentin küresel olarak rolünün giderek önem kazanmasına vurgu yapar. Çin’in ekonomik dönüşümü ve küresel ekonomiyle bağlantısı bilhassa Hong Kong ile gerçekleşmiştir. Hong Kong merkezli yatırımcıların 1993 sonunda Çin’deki toplam yatırımları 40 milyar dolara ulaşmıştır ki bu doğrudan yabancı yatırımların üçte ikisine denk gelmektedir. Hong Kong’un ekonomik temelinin 1990’larda yeniden yapılandırılması buradaki sanayi faaliyetlerinde de ciddi bir değişikliğe yol açtı. İmalat işçilerinin sayısı 1988’de 837.000’ken, 1993’te 484.000’e gerilemiştir fakat aynı dönemde ticaret ve işletme gibi hizmet sektöründe çalışanların sayısı 947,000’den 1,3 milyona çıkmıştır. Böylece Hong Kong, küresel bir iş merkezi olarak işlevlerini geliştirmiştir. Castells’e göre Güney Çin’deki metropoller, 21. yüzyılda dönemi en iyi yansıtan kentsel yüzlerdir.

Castells’e göre mega-kentlerin üç rolü vardır:

  • Kendi ülkelerinde ve küresel ölçekte ekonomik, teknolojik ve toplumsal dinamizm merkezleridir; kalkınmanın fiili motorudur; ülkelerinin ekonomik kaderi, ister ABD olsun, ister Çin, her iki ülkede de çok yaygın olan küçük kasaba ideolojisine karşı mega-kentlerin performansına bağlıdır.
  • Kültürel ve siyasal merkezlerdir.
  • Her tür küresel ağla bağlantı noktalarıdır; internet mega-kentleri es geçemez çünkü bu merkezlerdeki telekomünikasyona, buralarda telekomünikasyonla iletişim kuranlara bağlıdır.

Mega-kentler; küresel ağları birleştiren merkez noktalar olduğu için ve nüfus, zenginlik ve güç gibi özellikleriyle de daha büyüyecek ve hakimiyetlerini arttıracaklardır.

 

Uzamın sosyal dönüşümü

Manuel Castells, uzam teorisini kuramlaştırmaya çalışırken David Harvey’nin Post-modernitenin Durumu adlı eserinden şöyle bir alıntı yapıyor: ? Materyalist bir bakış açısından, nesnel zaman ve uzam kavrayışlarının mutlaka, sosyal hayatı yeniden üretmeye hizmet eden maddi pratikler ve süreçler üzerinden yaratıldığını savunabiliriz. Zamanın ve uzamın toplumsal eylemden bağımsız olarak anlaşılamayacağı, araştırmamın temel varsayımlarından birini oluşturuyor.?

Castells, genel kuramında toplumların akışlar etrafında inşa edildiğini belirtir. Sermaye akışı, bilgi akışı, teknoloji akışı, örgütsel iletişim akışı, sesler ve sembollerin akışı. ?Akışlar yalnızca sosyal örgütlenmenin bir unsuru değildir, bizim ekonomik, siyasi ve sembolik hayatımıza hakim olan süreçlerin ifadesidirler.? der. Bundan yola çıkarak ağ toplumunu ve sosyal pratikleri biçimlendiren yeni bir akışın varlığından söz edilir. ?Akışların uzamı, akış üzerinden ilerleyen, aynı zamanda gerçekleşen toplumsal pratiklerin maddi örgütlenmesidir. Akışlar derken, toplumun ekonomik, siyasi ve sembolik yapılarındaki toplumsal aktörlerin sahip olduğu birbirinden fiziksel olarak ayrı konumlar arasındaki amaçlı, tekrarlanan ve programlanabilir etkileşim dizilerini kastediyorum.?

Manuel Castells, akışlarının uzamını oluşturan üç destek katmanının bulunduğundan söz eder. Bunların ilki ağların maddi temelini oluşturan elektronik bağlantılardır (mikroelektriğe dayalı aygıtlar, telekomünikasyon, bilgi işlem, yayın sistemleri, hızlı ulaştırma). İkinci katman düğüm noktalarını yani merkezleri oluşturur. Elektronik devrelere bağlı olan ağlar; sosyal, fiziksel ve fonksiyonel özelliklere sahip belli mekanları birbirlerine bağlar. Küresel ekonomi ve finansal operasyonlarda belli bir konuma sahip alanların oluşturduğu ağlardır. Ağ sistemleri kimi zaman kentlerin ekonomik ve sosyal özelliklerini çökertebileceği gibi, kimi zaman kentlere yeni bir fonksiyonel ayrıcalık da kazandırabilmektedir. Örneğin Minnesota’nın Rochester kentinde ve Paris’te Villejuif banliyösünde ileri tıbbi tedavi ve sağlık araştırmalarını kapsayan dünya çapında bir ağın geliştirilmesi ve birbirleriyle etkileşim içine sokulması bu iki bölgeyi dünyanın tıp ağında birer merkez haline dönüştürmüştür. Üçüncü katman ise yönetici seçkinlerin uzamsal örgütlenmesiyle ilgilidir. Manuel Castells akışların uzamı mantığının pratiğe teknokrat-finansal-idari seçkinler tarafından geçirildiğini ve uygulandığını belirtir. Bu durumu şöyle açıklar ?Elitler kozmopolittir, halklar yerel. İktidarın ve zenginliğin uzamı dünya çapına yayılmıştır, bireylerin kendi deneyimleri ise mekanlara, kendi kültürlerine ve tarihleriyle sınırlı kalmıştır, kök salmıştır.? Castells, makro ölçekte ağlarda uygulanan bütün kararların, elitlerin mikro ilişkileri arasında alındığını belirtir. ?Büyük stratejik kararlar özel restoranlardaki iş yemeklerinde ya da tıpkı eski günlerdeki gibi sayfiye evlerinde geçirilen hafta sonlarında golf oynarken alınır.? Enformasyonel toplumda seçkinler küresel çapta sembolik ortamı birleştirmeyi hedefler. Böylece bir mekanın tarihsel özgüllüğü aşılır ve küresel bir uzam biçimi/hayat tarzı yaratılır. Bunu odaların tasarımından havluların rengine kadar geniş bir yelpazede görebiliriz: Tüm dünyada benzer dekorasyonlar ve mimari benzerlikler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Böylece herhangi bir yere gittiğimizde yabancılık çekmeyiz ve o ortama aşina oluruz. Tüm bunlar akışlar uzamı otobanında yerel toplumlara karşı mesafeyi korumak üzere tasarlanmıştır. Mobil ve çevrimiçi telekomünikasyon ağının sağlanması da bu konuda önemli bir rol üstlenir.

Tarih bize mimari ile toplumun söyledikleri arasında her zaman yarı-bilinçli bir ilişkinin olduğunu söylemiştir. Ancak akışların uzamı ile birlikte mimari ile toplum arasındaki bütün ilişkiler bulanıklaşmıştır. Hegemon çıkarlar küresel olarak tarihi ve özgül kültürleri aşmayı başarmış ve kültürdışı bir mimarinin genelleşmesini sağlamıştır. Castells’e göre postmodern mimari, bütün anlam sistemlerinin ölümünü ilan eder çünkü ona göre postmodernizm yeni hakim ideolojiyi ilan eder: Tarihin sonunu ve akışlar uzamında onun yerini mekanların alacağını. Ancak tarihin sonundaysak, daha önceden bildiğimiz her şeyi birbirine karıştırabiliriz. Bu bakımdan postmodernizm, akışlar uzamının mimarisi olarak da düşünülebilir.

 

Enformasyonel kentler tarihin sonu mu?

Sonuç olarak, insanlar hala mekanlarda yaşamaya devam ediyor. Fakat yeni ağ toplumlarındaki bütün faaliyetler akışlar uzamı etrafında örgütleniyor. Bu da mekanların var olan anlamlarını tamamen değiştiriyor. Yaratılan yeni ağlar; kültürel kodları daha az paylaşan yeni mekanlar, uzamlar oluşturuyor. Yaşadığımız mekanlar ve yaratılan yeni ağlar, iki farklı hiperuzam. Ancak yeni enformasyon teknolojileri sayesinde bu iki hiperuzam arasında kültürel, fiziksel ve siyasi köprüler yeniden bilinçli olarak inşa ediliyor. Bu yeni olgu ise insanların hayatlarındaki bütün pratikleri dönüştürebilecek potansiyele sahip. Bunu hayatlarımıza birkaç yıl önce nüfuz eden facebook, youtube, twitter, wikipedia, iPhone gibi platformlarla deneyimliyoruz.

Kaynakça

Manuel Castells ? Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, Ağ Toplumunun Yükselişi

Saskia Sassen – The Mobility of Labor and Capital

Stephen Hall – Invisible Frontiers: The Race to Synthesize a Human Gene

Alfred Norman – Informational Society – An Economic Theory of Discovery, Invention and Innovation

Mitchell Moss – Telecommunications, world cities, and urban policy

Ricardo Cappelin – International networks of cities

Ronald Michelson ve James Wheeler – The flow of information in global economy

http://is.jrc.ec.europa.eu/pages/ISG/COMPLETE/games/

http://www.amazon.com/exec/obidos/tg/detail/-/0761956107/qid=1128783355/sr=1-15/ref=sr_1_15?v=glance&s=books